Oturan Boğa (Tatanka İyotanka)

OTURAN BOĞA (TATAKANKA IYOTANKA)
LAKOTA(SİOUX)
(1831 - 1890)

1831'de o zaman ki Grand River, bugünkü Güney Dakota'da doğan OTURAN BOĞA'ya kabilesi, anlamı baskıya boyun eğmeyen, baskılara karşı oturarak ayak direyen boğa demek olan  TATAKANKA IYOTANKA (OTURAN BOĞA) adını verdi. Kendindeki liderliği 10 yaşında ilk bufalosunu avladığında ve ilk kez bir düşmana sezdirmeden yaklaşabildiğinde farkına vardı. 14 yaşında ilk savaşına gitti, ilk kez askerlerle 14 yaşında karşı karşıya geldi. 1863'de Hunkpapa av bölgesini tehdit etmeye başladıkları ana kadar beyaz yerleşimcilere müdahale etmedi. Lakota kabilesine 1868 de şef oldu. Strong Heart derneğinin lideri oldu, sonra da Silent
Eaters'ların seçkin ve önemli bir üyesi oldu. Bu grup kızılderililerin
refahı için çalışıyordu.

Beyazlarla savaş Ft. Larami anlaşmasıyla 1868 de bitti ama Black
Hills'de ( Bu bölge kızılderililer için kutsaldı) altının keşfi bölgede
yine gerilimin artmasına sebep oldu. 1872 yılında demiryolu işinde
çalışan beyazları koruyan askerlerle önemli çatışmalara girdiler.
1876 yılının Mart ayında Rosebud Creek'de yapılan Lakota,
Cheyenne ve Arapaholar'ın katıldığı Güneş Dansı töreninde
OTURAN BOĞA gelecekten haberler aldı. (O aynı zamanda bir
ŞAMAN - ŞİFACI'ydı ve bu özelliğini daha sonra da birçok savaşta
kullandı.) Beyaz askerlerin gökyüzünden gelen çekirgeler gibi
Lakota kampına üşüştüklerini gördü. Birkaç hafta sonra General
George Armstrong Custer ve 7. süvari alayı yerlilerin kampına
saldırdılar. Federal hükümet bu saldırıyla barışı açıkça tehdit
etmişti. Ve orada birçok kızılderiliyle neredeyse tüm beyaz askerler
öldü. 4 yıl sonra, buffaloların neslinin tükenmesi nedeniyle halkının
yiyecek bulamaması OTURAN BOĞA'yı teslim olmaya zorladı.
1881'in çok sert ve insafsız bir kışında OTURAN BOĞA ve hala
onun yanında olan bir grup kızılderili federal askerlere teslim olmak
zorunda kaldılar. 19 Temmuz 1881'de o ve küçük oğlu elinde
tüfeğiyle federal hükümetin ofisine gelerek teslim oldular.
OTURAN BOĞA dost olmak istediklerini göstermek istemişti ve "
kabilemin hatırlayacağı son esir ben olmak istiyorum"dedi.

OTURAN BOĞA Güney Dakota'da Standing Rock'da kızılderililer
için yapılmış kampta esir tutuldu. 1885'lerde kızılderililer beyazların
seçtiği şeflerle yönetilir oldular. 1885'de OTURAN BOĞA'ya
Buffalo Bill'in Vahşi Batı Gösterisi'ne katılması için rezervasyondan
ayrılma izni verildi, haftada 50 dolar karşılığında ata binerek gösteri
yapacak ve böylece halkına yardım edebilecekti ancak buna sadece
4 ay dayanabildi ve sonra ayrıldı. Standing Rock'a dönünce Grand
River'da doğduğu yere yakın bir yerde küçük bir kulübede yaşadı.
Rezervasyon kurallarına uymayı reddetti. İki eşi ile birlikte
yaşıyordu, hristiyanlığı kabul etmemişti ama buna rağmen
Lakota'ların yeni nesil çocuklarının okuma ve yazma bilmesi
gerektiğini düşündüğünden çocuklarını yakındaki bir Hristiyan
okuluna gönderiyordu. Dönüşünden kısa bir süre sonra OTURAN
BOĞA mistik güçleri aracılığıyla Custer'ın uğrayacağı bozgunu yani
geleceği yeniden gördü. Bu defa yanındaki tepenin üzerine inmiş bir
tarla kuşu ona sesleniyordu. (Seni, kendi halkından olan
Lakotalılardan biri öldürecek). 5 yıl kadar bir süre sonra bu kehanette doğru çıktı.

1890 sonbaharında OTURAN BOĞA'ya Hayalet dansı ile ilgili haberler geldi. Hayalet Dansı törenleri Beyazlar'ın kızılderili topraklarını terketmeleri ve kızılderililerin eski yaşamlarına yeniden kavuşmaları isteğinin ifadesiydi. Lakotalar bu törenlere Pine Ridge ve Rosebud Reservasyonlarında da katılmıştı. Federal hükümet için çalışan ajanlar, yasaklanmış bu töreni hükümete haber verdiler. Standing Rock kayalıklarında yapılan bu törene OTURAN BOĞA hala çok sayılan ve sevilen mistik güçlere sahip bir lider olarak katıldı. Kicking Bear isimli bir Miniconjou Lakotalı OTURAN BOĞA'ya Federal hükümete bağlı askerlerin gelip onu tutuklayacağı haberini verdi. Hükümet ise oraya 43 Lakota polisini yollamıştı. 1890 Aralığının 15'inde günün ilk ışıkları doğmadan OTURAN BOĞA'nın kulübesini top ateşine tutular. OTURAN BOĞA tarafında olan kızılderililer onu korumaya çalıştılar. Ama peşinden gelen Lakota polislerinden biri OTURAN BOĞA'yı kafasından vurdu. Kehanet gerçekleşmiş OTURAN BOĞA halkından biri tarafından öldürülmüştü. Tanrıların üstün güçlerle donattığı bir bilge yaşamıyordu artık... Aynı çatışmada birçok kızılderili ve OTURAN BOĞA'nın genç oğlu KARGA AYAK da vuruldu, ardından tüm kabile dağıtıldı.

OTURAN BOĞA, North Dakota Fort Yates 'te defnedildiğinde ardında umutsuz bir halk ve onu simgeleyen sözleri kalmıştı. "Eğer Büyük Ruh benim beyaz adam olmamı isteseydi, beni öyle yaratırdı. Ben onun izniyle yaşadım ve bir şef olarak burdayım. Biliyorum Büyük Ruh (Lakota'ların Büyük Ruh'unun adı WAKAN TANKA'dır.) tepeden bakıyor, beni görüyor ve ne söylediğimi duyuyor. Sizin kalbinizde kesin istekler ve planlar var, oysa benim kalbimde başka arzular vardır. Kartallar kartaldır, karga gibi olamaz. Dünya güneşi kucakladı ve biz bu sevginin sonuçlarını görüyoruz, şimdi biz yoksuluz ama özgürüz. Adımlarımızı beyaz adam kontrol edemez ve eğer bizler öleceksek, doğrularımızla öleceğiz. Bana hırsız diyorlar, oysa topraklarımızı ve zenginliklerimizi hangi beyaz adam çalmadım diyebilir? Kim bana aç gelip de tok dönmedi? Ben hangi yasayı çiğnedim? Hangi beyaz kadın benim tarafımdan esir alındı ya da hakarete uğradı? Kim benim eşimi ya da çocuklarımı dövdüğümü gördü? Kendime ait olanları seviyor olmam yanlış mı? Babamın yaşadığı yerde Sioux olarak doğdum, benim halkım ve topraklarım uğruna ölebileceğim için mi bana vahşi diyorlar..."

Naaşı 1953'te South Dakota Mobridge'ye nakledilen OTURAN BOĞA'nın mezarında nişan olarak granit bir mızrak vardır. O Lakotalılar arasında yalnızca parlak fikirleri olan ve korkusuz bir savaşçı olarak değil aynı zamanda çok iyi bir baba, yetenekli bir şarkıcı, cana yakın ve arkadaş canlısı bir insan, derin bir din bilgisine (Şamanizm) sahip ruhani lider ve kutsal güçlere sahip bir şef olarak hatırlanmaktadır.

OTURAN BOĞA (HUNKPAPA SİOUX)
"Buralarda beyaz adam istemiyotuz.Kara tepeler benımdir."Gençliğinden itibaren beyazların yerli halklar üzerindeki baskısını izleyen Oturan Boğa savaşçı ve lider olarak büyük bir ün yapmıştı.
Beyazlarla anlaşma yapmaya bire bir karşı çıktı.1876'daki Little Bighorn Savaşı'nın önderlerinden biriydi.Savaştan sonra halkıyla birlikte Kanadaya göçetti ancak buradaki koşulların zorluğu ve ABD hükümetinin baskısı sonucunda dönüp rezervasyona yerleşmek zorunda kaldı.Oturan Boğa rezervasyon yaşamı sırasında da halkı arasında büyük bir otoriteye ve saygınlığa sahipti.Bir dönem Buffalo Bill'in Vahşi Batı Gösterisi'ne katılarak ABD ' yi dolaştı ve Kızılderililere yapılan haksızlıklara dikkat çekmeye çalıştı.
Kızılderililer arasındakı otoritesi kırılmadığı için 1890 yılında Hayalet Dansı bahanesiyle rezervasyon polislerince öldürüldü...

Kutsal Ruh'a Şarkı

Kutsal Ruh'a Şarkı

Kutsal ruh ,rüyamda buffalonun simsegini isittim,Batidan toz bulutu halinde dogan kutsal bulutu gordum ve günesi orttu.Buffalo'nun adimi söyledigini duydum-Beyaz Ayi benimle dans etmeye geldi.Dans ettik O'nun kizgin gozlerine baktim ve bos bir comlegin icerisinde insanlarimizi gordum.Bugun yine birkez daha buffallo ile karsilastim ölum dansinda.benim gögsumu 100 bufallo gücünde yapmani ve bana adini veren Kutsal Ayi'nin cesareti kadar bana cesaret vermeni istiyorum. Kutsa bu mizragi sihirinle.Kutsal Buffallo'nun kalbini bul ve onu uzun bir yolculuktan dönmüs gibi sevgiyle karsila.


Beyaz Ayin'nin sarkisi Kutsal Ruh'un kulaginda agaclarin arasindan gecen bir ok gibi yükseliyor . Yakinda eski yasam dansi ve olüm varlik haline gelecek bozkirda.Yerli cesaretinin savas cigliklari ile ve saldirgan buffalo'nun bögürmesi ile yankilanacak ovalar.Fakat simdi barisin orta yerinde bu kutsal topraklarda Sioux savasçilarinin kollari ve sesleri yükseliyor cennete dogru ve hissedebiliyoruz ruhlarin aydinlanmasini ve dualarin cevaplandirildigini.


White Bear (Beyaz Ayi.)
sioux

Kızılderililerde Müzik

Kızılderililerde Müzik
DAVUL: Amerikan yerlileri için davul hayati önem taşımaktadır. Davulun hayattaki bütün güçleri temsil ettiği düşünülür. Davulların ritmi, toprak ananın nabzının ve Kızılderili yüreklerinin simgesidir. Onların mistik güç taşıdığına inanılır ve kutsal oldukları kabul edilir. Davula insan muamelesi yapılır, onun ruhu olduğuna inanılır ve ruhunu tatmin etmek için davulun onuruna yiyecek ve içecek bırakılır. Yerliler davulun tonunu ayarlamak için tahtadan yapılmış su davulunun üzerine küçük bir delik açarlar, böylelikle ton ayarı için buradan su eklenebilir veya çekilebilir. Suyun çok az miktarı tınlama ve çınlama görevi yapar, fazlası ise tonu bozabilir. Davulların üst kısmı kurudukça ton yükselir. En çok kullanılan davul türü ise el davuludur ve isteyen kişi bu tip davula sahip olabilir. Büyük davullara nazaran bunlara sahip olmak için sıkı kurallar yoktur.

ÇINGIRAK: "Rattles" adını taşıyan çıngıraklarda en az davul kadar değerlidir. Sihirbaz hekim tarafından kötü ruhları kovmak için kullanılmaktadır. Bazı çıngıraklar bir at kadar değerlidir ve bir at fiyatına satılırlar. Çıngırakların içine kum ya da mısır tanecikleri, minik taşlar ya da tohumlar konur. Bacak çıngırakları genellikle "stomp" danslarında kadın dansçılar tarafından giyilerek kullanılır. Diz etrafına takılan küçük kaplumbağa kabuklarından yapılmış bu çıngıraklar, dansçının hareketleriyle ses çıkartır.
 
"Bull Roarers" boğa kükremelerine benzetilen, bir kordona iliştirilmiş, kenarları tırtıklı, ince ve düz tahta parçalarıdır. Başın üzerinde döndürülerek rüzgarda çalınan bir enstrümandır. Hopi Kızılderilileri, "bull roarer" sesini gök gürültüsüne benzettikleri için yağmur duasında kullanırlardı. Ayrıca mistik amaçlı törenlerde ruhların çıkardığı ses olarak da bilinirdi. Günümüzde halen az yağmur yağan bölgelerde kullanılır. Üzerinde şimşek resimleri görülür. Bazı kabilelerde ise artık çocuk oyuncağı olarak karşımıza çıkabilir. 

FLÜT: Tüm yerli törenlerinde flütlerin ve düdüklerin sesi duyulur. Özellikle Dakota bölgesinde yaşayanlar mükemmel flüt çalmaları ile tanınırlar. En ilginç düdük sesi ise "si yotanka" olarak adlandırılan ve Çim dansında kullanılan düdüktür. Bunun sesi tıpkı bir boğa gibidir. Atwater, Kızılderili flütlerinin dünyada en melankolik müziği ürettiği savunur. R. Carlos Nakai adlı flüt üstadı, bu tanıma verilebilecek en güzel örneklerdendir. Flüt çalan her yerli, kendi elinin boyutuna göre kendi flütünü yapar. Dolayısıyla aynı sesi çıkaran, tıpatıp birbirine benzeyen iki tane flüt bulmak mümkün değildir. Flütlerin üzerindeki parmak deliklerinin sayısı 5-7 arasında değişmesine rağmen, tamamen kişisel seçime bağlıdır. Ayrıca müzelerde sergilenen eski flüt örneklerine baktığımızda taştan yapılma oyma flütlere ya da insan kolundan yapılmış flüt çeşitlerine rastlayabiliriz. Tüm bu müzik aletleri tıpkı Kızılderililer gibi kendine has bir kültürün yansımasıdır.

Kuzey Amerika Kızılderilileri

Kuzey Amerika Kızılderilileri

Kuzey Amerika Kızılderilileri, birbirlerinden oldukça farklı yaşam biçimlerine sahipti. Bilim adamları, Kuzey Amerika kıtasını tam sekiz kültür bölgesine ayırıyorlar. Bu bölgeler, birbirlerine hem kültürel, hem de coğrafi olarak yakın kabilelerden oluşuyor. Bölgeler ve bazı kabile isimleri şöyle:

Güneydoğu: Cherokee, Chickasaw, Catawba, Caddo, Choctaw, Creek, Natchez

Güneybatı: Navajo, Hopi, Mohave, Apache, Zuni, Pima, Yuma

Batı: Nez Perce, Klamath, Yurok, Pomo, Modoc, Shoshone, Miwok, Paiute, Ute, Chumash, Gabrielino

Kuzeydoğu: Ojibwa (Chippewa), Algonquin, Micmac, Abenaki, Huron, Massachusett, Pequot, Mohawk, Oneida, Onondaga, Cayuga, Seneca, Tuscarora, Delaware, Shawnee, Sac, Fox

Kuzeybatı: Tlingit, Haida, Tsimshian, Bella Bella, Bella Coola, Kwakiutl, Nootka, Makah, Chinook

Ovalar: Blackfoot, Gros Ventre, Hidatsa, Mandan, Crow, Sioux, Cheyenne, Pawnee, Oto, Arapaho, Kiowa, Comanche, Wichita

Kutupaltı: Cree, Naskapi, Montagnais, Beaver, Slave, Koyukon, Kutchin, Yellowknife, Chipewyan

Kutup: Inuit (Sibirya, Alaska, Kutup, Grönland, Copper, Southampton, Labrador), Aleut

Bu kadar çok sayıda kültür grubunun olması şaşırtıcı gelebilir çünkü Kızılderililer hakkında bilinenler, genelde yalnızca Ova Kızılderilileri özellikleridir. Tüyler, çadırlar, savaş başlıkları ve savaş baltaları.... Bunların hepsi de hemen herkesin izlediği kovboy filmlerinin, okuduğu Teksas Tommiks'lerin vazgeçilmez parçasıdır. Oysa yalnızca Kızılderili evlerine bakmak bile gruplar arasındaki farklılıkları açıkça ortaya koyar.
Kızılderili gruplarının beyazlarla karşılaştıkları tarihler de çok farklı. Beyazların Amerika kıtasına yayılmaları uzun zaman aldı. Kolomb Kuzey Amerika'yı hiç görmedi. Kutup bölgesinde yaşayan Inuitler ilk beyaz adamla 1818 yılında, Kolomb'un Amerika'ya ayak basmasından neredeyse üç yüz yıl sonra karşılastılar. Ama hepsinin de ortak bir tarihi oldu. Beyaz adamla birlikte hastalıklar geldi. Daha önce hiç tanımadıkları suçiçeği, sıtma, kızamık, ve hatta grip gibi hastalıklara bağışıklıkları olmayan Kızılderililer hızla ölmeye başladı. Ölmeyenler, ya topraklarını almak isteyen beyazlara teslim olmak zorunda kaldılar, ya da savaşmak. Büyük bir direniş göstermeden teslim olanlar arasında, suskunluğa bürünüp değişik bir direniş gösterenler de oldu. Amerika'nın güneybatısında yaşayan Kızılderililer, beyazların gelişini ve bu yeni ırkın Kızılderililerin dinlerini, kültürlerini yok etmeye çalışacağını çok önceden rüyalarında görmüşlerdi. İşte bu nedenle beyazlarla karşılaşınca suskunluğa büründüler, törenlerini, dinlerini gizli tuttular. Bugün onlar, kültürlerinin çok büyük bir bölümünü korumayı başarmış olan Kızılderililer içinde belki de ilk sırayı alıyorlar. Köylerindeki bazı bölgelere beyazların girmesi, ya da bazı törenleri izlemesi hala yasak.

Pawnee Yerlileri

Pawnee Yerlileri

Pawnee Yerlilerine göre, Dünya, gökyüzünü taşımak için görevlendirilen yıldızları yaratan Tanrı Tirawa tarafından yaratılmıştır. Bazı parlak yıldızlar, Dünyanın verimliliğini sağlamak için yağmurlara,yıldızlara ve bulutlara hükmediyorlardı.

Fakat, parlak olmayan yıldızlar, parlak yıldızların bu önemli pozisyonu kıskanıyordu. Parlak olmayan yıldızlar bir gün, parlak yıldızlara emanet edilen içi rüzgar ile dolu çuvalı buldu. İçini boşalttılar ve Dünyaya ölümcül rüzgarlar gönderdiler. Ölüm, Dünya ile böylece tanışmış oldu.

Pawnee yerlileri ilk kadının yıldızların evlenmesinden sonra olduğuna , ilk erkeğin ise Güneş ve Ay'ın birleşmesinden olduğuna inanırlar ve bu iki insanı kendi ataları olarak benimsemişlerdir.

Bugünde Pawnee, takımyıldızlarını birçok mitolojik hikayelerle ilişkilendirerek yıldız haritalarını çıkarırlar ve böylece ataları her daim hatırlamış olurlar.

Pow Wow

Pow-wow Ayini 
 
Pow-wow O hayal ediyor .Jimson, peyote, teonanacatı, coca alınımı sonrası ruhlar ve ruhlar alemiyle kurulan bağ.Bu bağı kurmak için yapılan dans ve müzik.Doğum, ölüm, evlilik, hastalık, sağlık, ürün ve şükür için; sihir için müzik.Müzik eşittir dua.Kızılderililerin hayatlarının her anında kullandıkları duadır müzik.

Kızılderililer müziği, bizim anlamlandırmalarımızın ötesinde bir amaç değil kutsal bir araç olarak algılamaktadır. Müziğin en etkin kullanımı ruhlarla ilişkiler de aracılık etmesidir.Bu Pow-wow ayinleriyle yapılır.Pow-wow kurultay ve toplantılarıdır. Pow-wow’da transa geçiren maddelerin alımını takiben ruhların kişiye dua-şarkılar öğrettiğine ve bu dua-şarkıların o kişiye bazı güçler verdiğine inanılır.O kişi için o şarkı özeldir ve onu kimseye öğretmez, onun kutsallığını azaltmak istemez Şamanların güçlerinin de müzikden geldiğine inanılır.O kutsallığı korumak için o dua-şarkıyı yanlışsız söylemesi gerekir. Yakadah’a, Manitu’ya, Yastasinane’ye ,havaya , suya , ateşe, yaratıcı ruha dua-şarkıyla tapınır.

Şarkılar kişilerin ve kabilelerin malıdır.Kabileden kabileye müzik farklılıklar gösterir.Bu farklılıklar Kuzey ve Güneyi düşünürsek daha da büyür.Kuzeyde müzik dış etkenlere karşı sınırsallığını korumuş, Avrupa müziğinden etkisinde kalmamıştır.Şarkılar yüksek ve sert sesle söylenir, sürekli tekrarlar vardır.Şarkılarla dans arasında yüksek bir bağ vardır. Şarkılar genelde dansı yönlendirir.En yoğun kullanılan enstrümanlar vurmalı çalgılardır.Kare davul, su davulu,seramik davul gibi bir çok çeşit vardır.Davulunda kutsal güçleri olduğuna inanılır.Onların da ruhu olduğuna inanılır.Davuldan sonra önemli bir diğer enstrüman çıngıraktır.Nefesli çalgılar Kuzeyde çok az kullanılırken Güneyde kullanımı daha yoğundur.Güney bölgelerde İspanyol etkisiyle yaylı enstrümanların da kullanıldığı görülür.

Kızılderililerin müziğe yükledikleri anlam bağlamında müzik; dans ve yapılan diğer ritüellerle birlikte bir bütün olarak ele alınıp, bir dua bir ayin olarak nitelendirilmelidir

Pow-Wow
Pow-wow yerlilerin biraraya gelip tanıştıkları, dostluklarını yeniledikleri şarkıların söylendiği, dansların edildiği bir törendir. Pow Wow adıyla bilinen bu tören Kızılderili dinsel inançlarının en önemli törenlerinden biridir. Ruhların tören alanına indiğine ve dansçılarla birlikte dans ettiğine inanılır. Ama ruhları herkes göremez, yalnızca bazı insanlar görür. Görenler bu bilginin onlara kartalın nefesiyle ulaştığını söylerler. Bir grup davulun ritmik sesiyle birlikte şarkıcılar şarkılar söylerler ve ruhları çağırırlar. İki ayrı Pow-Wow töreni çeşidi vardır.
Bunlardan bir tanesi Yarışma Pow-Wow’udur. Burada dansçı kendi yaş ve kategorisinde diğer dansçılarla yarışır. Aynı zamanda davul çalanlarda kendi aralarında yarışmaktadır. Kazanan dansçı Şampiyon Dansçı ünvanı alır. Kazanan grupta Şampiyon Davul grubu ünvanını alır.
Yarışmalı Pow-Wow’a hazırlık , törenin yapılacağını önceden ilan etmekle başlar. Tören hazırlıkları arasında ziyafetlere hazırlanmak, konuklara, yaşlılara, dansçı ve şarkıcılara verilecek hediyelerin hazırlanması ve törenin yapılabilmesi için gerekli küçük kulübelerin ve alanın düzenlenmesi vardır. Bu alanlardan birincisi tabanı sedir ağacıyla döşenmiş, tavanı söğütlerle örtülmüş, yan duvarları olmayan bir çardaktır. Şarkıların söylendiği yerdir ve ev sahibi kabileye ya da kişilere aittir. Yüzyıllardır bu gelenek nesilden nesile aktarılmıştır. Diğer kulübe kabilenin yaşça büyük olan erkekleri (Yaşlı bilgeler) için hazırlanır. Onlar için dizayn edilmiştir. Tören süresince yaşlıların rahat edebileceği bir yerdir. Yaşlılara hürmet gösterilerek onların uzun ve sıcak yaz günlerinde törenleri gölge bir yerde izlemesi sağlanır. Tüm hazırlıklar bitince herkes susar ve davullar çalmaya başlar. Davul sesini duyanlar törenin başladığını anlarlar.
Pow-Wow yerlilerin en yaygın ve en görkemli törenidir ve
atalarından kalan zengin mirasın yeniden güçlendirilmesidir. Bazılarına göre Pow-wow’un çıkış kaynağı Güney Ova Yerli kabileleri , bazılarına göre de Poncha’lardır. Pow-Wow şarkıcıları bu ritüelin en önemli öğesidir. Onlarsız Pow-wow yapılamaz. Dans yapılamaz. Dansçılar da törenin önemli bir diğer öğesidir. Pow-Wow şarkılarının çeşitli varyasyonları vardır. Bazıları savaşla, dinsel inançlarla ilgilidir, bazıları ise sosyal içeriklidir. Değişik kabilelerin katılmıyla gerçekleşen bu törende her kabilenin şarkıcıları peşpeşe şarkılarını söylerler. Ayrı dillerden ve çok eski dualardan oluşan bu şarkıların bazıları zamanla değişikliğe uğrayarak içindeki kelimeler kaybolmuş ezgiyle birlikte bir tür haykırma, mırıldanma ve benzeri gibi anlamlı sözcük içermeyen sesleri barındıran şarkı biçimine dönüşmüştür. Şu anda söylenmekte olan birçok Pow-Wow şarkısı anlamı olan kelimelere de sahiptir. Yerliler bunları sonraki nesillerine aktararak dilleriyle beraber varlıklarını devam ettirmektedirler.
Tören törenin yapılmasından haftalar önce komite tarafından kararlaştırılır. Tören yöneticisi ve Alan Yöneticisi ayrı ayrı Komite ile görüşerek görevlerini yerine getirirler. Organizasyonun pürüzsüz sürmesi bu ikilinin çalışmasına bağlıdır.
Pow-Wow Büyük Girişte başlar. Büyük Giriş insanların tören alanına girdiği yerdir. Bu yer yerleşim yeri ile tören arasındaki bir geçiş yeridir. Değişik kabilelerin bayrakları, Kartal asası, Pow bayrağı tören alanına. getirilir. Bayrak taşımak onur vericidir. O nedenle bayrak taşıyanlar özenle bu işte yeterli ustalığa sahip olanlardır. Bayrak taşıyan yaşlıların ardından diğer kabilelerin Şefleri , Prensesler , Yaşlılar, ve pow-wow organizasyonundakiler hiyerarşik bir sırayla yürürler. Erkek dansçılar yürümeye başlar, kadın dansçılar onların ardından yürür. Alana gelirler. Bir şarkı biter yenisi başlar. Bu şarkılar kabile bayraklarını ve bayrak taşıyıcılarını onurlandırmak içindir. Bir duadan sonra birkaç dans yapılır. (Round Dans-yuvarlak bir alan etrafında yapılan dans türü. )Bu danslardan sonra her kabilenin kendi şarkı ve şarkıcılarıyla katılımı başlar. Davul vuruşları eşliğinde danslar ve şarkılar sürer gider.
Pow-Wow kızılderili kabilelerini birleştiren bir işlev taşıdığı için beyazlar tarafından en çok engellenmek istenen törenlerden olmuştur.

Kızılderililer ve Müzik

Kızılderililer ve Müzik

Kızılderililerin kullandıkları diller incelendiğinde batının "sanat" anlayışını ifade eden eş anlamlı bir kelime bulunamaz. Kızılderililer için sanatın amacı, sadece töresel inançlarını devam ettirmek, atalarına ve diğer kabile üyelerine saygı göstererek onların ruhlarını ve kendi ruhlarını tatmin etmektir.

Topraklarına, atalarına ve inançlarına çok bağlı oldukları için bu özelliklerini sanata da yansıtmaktadırlar. Ancak, bu konu farklı bir bakış açısından değerlendirilmelidir.

Eski inançların korunarak yeni nesillere aktarılmasını sağlayan etkinlikler arasında "Pow-wow" adı verilen, genelde bir hafta ya da daha uzun süren toplu kutlamalarda geleneksel kıyafetler eşliğinde şarkı söyleyip dans etmek yer alır.

"Pow-wow" terimini incelediğimizde; 'o hayal ediyor, o rüya görüyor' anlamı ile karşılaşırız. İsminden de anlaşıldığı gibi bu törenler esnasında ruhlarla iletişim ve ruhların diyarına doğru bir yakınlaşma söz konusu olur. Müzik ise bunu başarmada en önemli etkendir.

Kuzey Amerika'da Kızılderili müziği genel anlamda fonksiyoneldir, halen günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır ve genelde dini amaçlı kullanılır. Müziğin sihir gücü, onun estetik yapısından daha önemlidir.

Genelde beyazların müziğe bakış açısı estetik düzeyde kaldığı için, Amerikan yerli halkı müziği, yıllarca, tıpkı Kızılderililer gibi, beyaz ırk tarafınca hor görülmüş, az ve yanlış tanındığı için küçümsenmiş ve "barbar" insanların garip ve anlaşılması güç ürünleri olarak lanse edilmiştir. Bu tavırlardan dolayı pek çok insan, onların dünyaya bakış açılarını anlayamamış, müziğin dindeki önemini ve günlük yaşamdaki yerini kavramakta zorlanmıştır.

Yerliler müziği sosyal danslara eşlik etmede, oyunlarda, törenlerde kısacası hayatın her evresinde kullanmaktadır. Doğum, evlilik, ölüm ve gömme törenlerinde müzik daima vardır.

Müzik, doğaüstü gücü kişileştirmede kullanılan bir çeşit semboldür. "Healing Songs" adı verilen "İyileştirme Şarkıları" hastalıkları iyileştirmek, ölümü uzak tutmak, kişisel sağlığı korumak ve tüm kabilenin uyumlu birlikteliğini sürdürmek için söylenir.

Ya da bol ürün elde etmek, doğaya şükretmek ve çeşitli zorlukları yenebilmek için şarkılar söylerler. Papago Woman adlı kitapta Maria Chona'nın şu sözleri yer alır: "Her şeyi iyileştirmek ve her zorluğun üstesinden gelmek için kullandığımız yöntem şarkı söylemektir."

Böylesine amaçlar bizlerin batı terminolojisinde "müzik" olarak adlandırdığımız kavramın çok ötesinde yer almaktadır.

Ruhların insanlara şarkılar öğreterek zorluklara karşı direnç ve dayanma gücü verdikleri düşünülür. Dolayısıyla, şarkıların çoğu dualardan oluşur ve dinsel duyguların derinliğini taşır.

Bazı şarkıların anlamı ise çok kutsaldır. Saatlerce süren dinsel dualarda hiç yanlış yapmadan ve tek bir hece bile atlamadan şarkı söylemek gerekir. Yoksa dinsel tören başarısızlıkla sonuçlanabilir.

Kızılderili için müzik sanat değildir, fakat hayatı ifade etmektir. Bir yerli, kendi kabiliyetini göstermek için şarkı söyleyip dans etmez. Dinleyenleri ve seyredenleri eğlendirmek gibi bir amacı da yoktur. Müziği ve dansı, onun inançlarını ve umutlarını temsil etmektedir. Şarkıların esas amacı, trans haline geçip, ruhların garip diyarına biraz olsun yaklaşabilmektir.

Amerikan yerlileri kendi iç benliklerinden çıkan şarkılara inanırlar ve bunlara itaat ederler. Genellikle halüsinasyon görürken özel bir sebeple şarkılar yaratılır. Rüya şarkıları veya halüsinasyon şarkıları "jimson" otu ve "peyote" kaktüs sularının kullanılmasıyla yaratılır.

"Teonanacatl" adını taşıyan bir mantar türü ve "ololiuqui" olarak anılan tohumların kullanımı da yaygındır. "Coca" yaprakları da çiğnenmektedir. Bu bitkiler ve etkileri sayesinde yaratılan şarkılar kişisel hazine gibi algılanır. Şarkıların başkaları tarafından öğrenilmesi istenmez; böyle bir olayın şarkının gücünü azaltacağı düşünülür.

Ancak şarkının sahibi ölürken, kabile üyelerinin önünde şarkısını söyleyebilir ve özel bir bağ olarak kalması için şarkısını diğerlerine miras bırakabilir.

Kuzeyde şarkıların söz olarak pek anlamı yoktur ama güneybatıda şiirsel güzellik taşır, doğayı ve onun sonsuz güzelliğini anlatır. Şarkılar kişisel veya kabileye ait olabilir. Şarkılar başkalarına aktarıldığında ise inanca bağlı olarak satılmalı veya alınmalıdır. Satın alınan şarkılar avcının iyi avlanmasını sağlar ve onu yüreklendirmede büyük rol oynar.

Kuzey Amerika yerlilerin müziği vokal ağırlıklıdır. Uzun notalarda Asya'ya özgü duraksamalara rastlanır. En çok rastladığımız ses stili "sert ve titrek" olanıdır. Bu stil, şarkıya renk katmak için kullanılmaktadır. Şarkı söyleme tekniği değişkendir.

Yaşanılan bölgeye ve kabileye göre farklılık gösterebilir. Yerliler yüksek sesle şarkı söylemeyi severler. Genellikle beyazlar bu seslerin kulak tırmaladığını ve rahatsız edici olduğunu düşünür. Bazı şarkılar sadece seslerden meydana gelmiştir ve kelime olarak hiçbir anlam taşımazlar. Bazı şarkılar oldukça kısadır ve birçok kere tekrar edilir. Sözler veya heceler, yüksek sesle ve "ciğerden atılırcasına" kuvvetli bir şekilde tekrarlanır.

Tam şarkının sona erdiğini düşündüğünüzde, örneğin Kiowa Yuvarlak Dans şarkıları veya Taos Pueblo Dans şarkılarında olduğu gibi, aynı sertlikle şarkının devamı gelir ve dinleyicileri şaşırtabilir. Araştırmalara göre Sioux Kızılderilileri, en yüksek sesle şarkı söyleyenlerdir. Navaho'lar da onlara benzer.

Apache ve Pueblo'lar ise normal sayılabilecek tonda fakat Avrupa stilinden çok farklı biçimde şarkı söylerler. Pueblo Kızılderililerinin müzikleri diğer kabilelerle kıyaslandığında fazlaca çeşitlilik göstermektedir. Coğrafi farklılık şarkılara dolaylı olarak yansımaktadır.

Genelde, profesyonel anlamda müzik uzmanları yoktur. Ancak şamanlar müziğe olan katkıları ve yatkınlıkları ile bilinmektedirler. Yerli halka göre, bu kişilerin doğaüstü güçleri müzik ile özdeştir. Şamanların hayatın gizemini çözmede ve hastalıkları iyileştirmede yardımcı oldukları düşünülür.

Ayrıca "kurtlar" olarak çağırılan erkek savaşçıların savaş şarkıları büyük önem taşır. Savaşçılar ve onların sevgililerinin birbirleri için söyledikleri bu şarkılar cesareti ön plana çıkarmak için kullanılır.

Kadınlar şarkılarını erkekleri için söylerler, onları yüreklendirmek ve destek vermek için mizah yüklü şarkılar yaratırlar. Ayrıca dünyanın her yerinde olduğu gibi anneler bebeklerine ninni söylerler. Şarkıya katılmaları istendiğinde erkeklerden bir oktav daha yüksek sesle söylerler.

Müzik enstrümanları incelendiğinde, Kızılderililerin genellikle vurmalı çalgılar kullandıklarını görmekteyiz. Davullar ve çıngıraklar, deniz kabukları, kuş gagaları, geyik tırnakları ve hayvan boynuzları birer müzik aleti olarak kullanılmaktadır.

Flütler ve düdükler ayrıca bazı yaylı enstrümanlar kullanılır. Fakat, Avrupalılarla tanışmadan önce yaylı enstrümanlar Kuzey Amerika'da bilinmiyordu. Birçok kabile deri ile kaplı su davullarını ve çıngırak çeşitlerini kullanmaktaydı.

Amerikan yerlileri için davul hayati önem taşımaktadır. Davulun hayattaki bütün güçleri temsil ettiği düşünülür. Davulların ritmi, toprak ananın nabzının ve Kızılderili yüreklerinin simgesidir. Onların mistik güç taşıdığına inanılır ve kutsal oldukları kabul edilir.

Davula insan muamelesi yapılır, onun ruhu olduğuna inanılır ve ruhunu tatmin etmek için davulun onuruna yiyecek ve içecek bırakılır. Yerliler davulun tonunu ayarlamak için tahtadan yapılmış su davulunun üzerine küçük bir delik açarlar, böylelikle ton ayarı için buradan su eklenebilir veya çekilebilir.

Suyun çok az miktarı tınlama ve çınlama görevi yapar, fazlası ise tonu bozabilir. Davulların üst kısmı kurudukça ton yükselir. En çok kullanılan davul türü ise el davuludur ve isteyen kişi bu tip davula sahip olabilir. Büyük davullara nazaran bunlara sahip olmak için sıkı kurallar yoktur.

"Rattles" adını taşıyan çıngıraklarda en az davul kadar değerlidir. Sihirbaz hekim tarafından kötü ruhları kovmak için kullanılmaktadır. Bazı çıngıraklar bir at kadar değerlidir ve bir at fiyatına satılırlar.

Çıngırakların içine kum ya da mısır tanecikleri, minik taşlar ya da tohumlar konur. Bacak çıngırakları genellikle "stomp" danslarında kadın dansçılar tarafından giyilerek kullanılır. Diz etrafına takılan küçük kaplumbağa kabuklarından yapılmış bu çıngıraklar, dansçının hareketleriyle ses çıkartır.

"Bull Roarers" boğa kükremelerine benzetilen, bir kordona iliştirilmiş, kenarları tırtıklı, ince ve düz tahta parçalarıdır. Başın üzerinde döndürülerek rüzgarda çalınan bir enstrümandır.

Hopi Kızılderilileri, "bull roarer" sesini gök gürültüsüne benzettikleri için yağmur duasında kullanırlardı. Ayrıca mistik amaçlı törenlerde ruhların çıkardığı ses olarak da bilinirdi. Günümüzde halen az yağmur yağan bölgelerde kullanılır. Üzerinde şimşek resimleri görülür. Bazı kabilelerde ise artık çocuk oyuncağı olarak karşımıza çıkabilir.

Tüm yerli törenlerinde flütlerin ve düdüklerin sesi duyulur. Özellikle Dakota bölgesinde yaşayanlar mükemmel flüt çalmaları ile tanınırlar. En ilginç düdük sesi ise "si yotanka" olarak adlandırılan ve Çim dansında kullanılan düdüktür. Bunun sesi tıpkı bir boğa gibidir.

Atwater, Kızılderili flütlerinin dünyada en melankolik müziği ürettiği savunur. R. Carlos Nakai adlı flüt üstadı, bu tanıma verilebilecek en güzel örneklerdendir. Flüt çalan her yerli, kendi elinin boyutuna göre kendi flütünü yapar. Dolayısıyla aynı sesi çıkaran, tıpatıp birbirine benzeyen iki tane flüt bulmak mümkün değildir.

Flütlerin üzerindeki parmak deliklerinin sayısı 5-7 arasında değişmesine rağmen, tamamen kişisel seçime bağlıdır. Ayrıca müzelerde sergilenen eski flüt örneklerine baktığımızda taştan yapılma oyma flütlere ya da insan kolundan yapılmış flüt çeşitlerine rastlayabiliriz. Tüm bu müzik aletleri tıpkı Kızılderililer gibi kendine has bir kültürün yansımasıdır.

Kızılderililer, özellikle 60'lı yıllardan itibaren kendi geleneksel müzik ve danslarına sahip çıkmaktadır. Kişiliklerini bulmak ve hayatta kalabilmek için geçmişe sarılmayı tercih etmektedirler. Yerli inancına göre "geçmişi kaybetmek kendini kaybetmektir."

Dolayısıyla çağdaş yerliler bunun bilincinde olup geçmiş kuşaklardan aldıkları bu değerli mirası yeni kuşaklara aktarmaktadırlar.

Böylelikle Amerikan tarihi boyunca yadırganmış, anlaşılamamış ya da hor görülmüş bu insanlar, doğru kaynaklar aracılığıyla kültürlerini ve inançlarını insanlara tanıtmış olacaktır. Müzik bu aşamada büyük rol oynayacak ve Kızılderililer için bir hayatta kalma metodu haline gelecektir. 


Ece Perçinler - Nisan 2001

Totem Sanatı

Totem Sanatı

Totemler, etkileyicilikleri ve cazibeleri ile, yerli kişiliğini ve ustalığını gösterirler. Süsleme sanatı, yerli sanatının eşsiz bir örneğidir. Kuzey Amerika’nın kuzeybatı kıyısındaki British Columbia ve Alaska’daki totem direkleri dünyaca ünlüdür. Avrupa, Kanada ve Amerika’daki müzeler, çoğunluğu Queen Charlotte Adası’ndan olmak üzere birçok totem direğini değerli olarak kabul eder.

Totemler ayrıca Kuzeybatı Kıyısı’ndaki şehirlerin parklarını da süslerler. Bununla birlikte, bu canlı kreasyonlar, ancak deniz kenarındaki gerçek evlerinde, uzun sedir ve köknar ağaçlarının ortasında, yüce dağların gölgesinde gerçek anlamlarını ifade ederler. Cesur profilleri, mavimsi sisli gökyüzünün altında, çevrelerindeki bereketli koyu yeşil bitkilere aykırı, sade bir şekilde dikili durur.

Ne yazık ki, çok az totem özgün muhitlerinde bulunurlar. Birçoğu yaşlı olduğu için düşmüştür, çürümüş ya da sadece ortadan yok olmuştur. Bazıları satılmış, diğerlerinin ise, sahiplerinin bilgisi ve rızası dışında, yerleri değiştirilmiştir.

Histerik Hıristiyan uyanışı sırasında, büyük bir çoğunluğu Kızılderililerin kendileri tarafından yok edilmişlerdir. Örneğin, Alaska sınırına yakın Gitlarhdamsk ve Port Simpson’da duran, iki Tsimshian kabilesinin direkleri 1917 ve 1918 kışında yok edilmiştir.

Totem direklerindeki tipik desenler genellikle sanıldığı gibi putperest tanrı ya da şeytan tasvirleri değil, atalarına benzeyen sembollerdir. Direkler, çoğunlukla efsaneleri veya kabilenin geleneklerini anlatır. Gerçekte bu direklere tapınılmamakta, kutsal olmaları sadece oyulmuş şekillerin tarihi öneminden kaynaklanmaktadır.

Direk sahipleri, yetkilendirilmiş hak ve ayrıcalık iddialarını halka açık etmek ve kabul ettirmek için bir totem direğinde atalarını sergilerlerdi. Simgeler veya totemler aileden aileye değişirdi; özel mallardı ve kıskançlıkla korunurlardı.

Bu simgeler efsaneleri, olayları ve çevrede yaşayan hayvanları betimlerdi: Kartal, kuzgun, kurbağa, finback balina, bozayı, kurt, efsanevi thunderbird ve birçok başka hayvan direklerde sık sık yer alırlardı. Daha az kullanılan diğerleri, daha yeni zamanlara ait geleneklerde görünenlerdi: Baykuş, som balığı, ağaçkakan, kunduz, denizyıldızı, köpekbalığı, halibut, boğa başı, split person, dağ keçisi, puma, ay, yıldızlar ve gökkuşağı.

Özellikle Tsimshian ve Tlingit totemleri, çoğu Haida direkleri gibi, kabiledeki değişik aileler tarafından ölüleri için anıt olarak dikilirdi, bizim mezar taşlarımız gibi. Gerçekte yerli büyükleri şeklinde taş ya da mermere oyulmuş figürler, Port Simpson ve Vancouver’daki birkaç mezarlıkta mezar taşı olarak kullanılmıştır.

Bir şefin ölümünden hemen sonra, olası mirasçıları, en büyük erkek yeğenini onun yerine atarlardı. Yeni şefin göreve başlaması, özenle hazırlanmış bir festival ya da potlatch’e davet edilmiş kalabalık bir misafir grubunun arasında ilan edilirdi.

Amcanın ismi yeğenine geçerdi ve bir totem direğinin dikilmesi, bu olayı süslerdi. Akrabaların bütün kaynakları, saygınlık ve etkinlikleri bu cömertliğin gösterilmesine dayandığı için ziyafetin mümkün olduğunca görkemli olması amacıyla bir araya getirilirdi.

Her atanın efsanevi kökü, okunan geleneksel hikayelerde açıklanırdı. Bu hikayeler, ataların maceralarını anlatırdı; keşfedilmemiş bölgelerdeki ruh ve canavarlar tarafından nasıl rahatsız edildiklerini ve nasıl kurtarıldıklarını, yardımsever ruhların rüyalarda (hayallerde) nasıl göründüğünü ve aile bireylerini büyü ile nasıl koruduklarını; ve eski savaşçıların düşmanlarını nasıl yendiklerini anlatırlardı.

Bu hikayelerin oyulmuş resimleri belirli bir amaca hizmet ediyordu. Ölüleri anma ve mülkiyeti sağlama dışında, miraslarının o bölümünü canlı tutarak, geçmiş zamanların efsanelerini gençlere tanıtıyordu.
TOTEM SANATININ BAŞLANGICI

Ölüyü şereflendiren morg sütunlarının oyulması ve dikilmesi geleneğinin kökenini tek bir yere bağlamak oldukça zordur. Cook tarafından tanımlanan Nootka ’ların basit direkleri bile, yabancı etkenlerce etkilenmemiş yerli sanatını temsil etmez.

O zamanlarda demir ve bakır aletler, uzman ustalar tarafından her yerde kullanılırdı. Kuzeybatı Kıyısı, Cook’un o bölgeye gelmesinden onlarca yıl önce Rus kaşifler tarafından keşfedilmişti ve İspanyollar da bölgede ziyaretlerinin izlerini bırakmışlardı.

Bunun gibi, İngiliz ve Fransızların da etkileri, ara kabilelerle yapılan temaslar, ve dağdaki boğazların batısında gezinen ormancılar (Coureurs de Bois) aracılığıyla Kuzeybatı Kıyısı’nda hissedilmiştir . Araştırmalara göre, Kuzeybatı Kıyısı’ndaki yerlilerin, iki yüz yılı aşkın bir zamandır yabancı etkenlere açık olduğu kesinleşmiştir.

Totem direklerinin veya morg sütunlarının ilk nerede ve tam olarak ne zaman kullanıldığı, iki önemli ancak aynı zamanda cevaplanması zor sorulardır. Mevcut bilgiler, olasılıkların arasından Gitksan veya Tsimshian’ı tamamiyle eler. Benzer şekilde, en güneydeki kabilelerin de totemleri ilk olarak kullandıkları düşünülemez. Bella Bella’lar, oymacılıktan ziyade boyamayla uğraşmışlardır.

Kwakiutl ve Nootka`nın plastik sanatlardaki ustalığı, daha kuzeydeki kabilelerinkine nazaran daha kaba saba kalmıştır. Ata figürlerinin örnekleri nadiren kullanılmıştır, çünkü bunlar, Skeena’nın güneyindeki kabileler arasında oldukça az önem taşımışlardır. Kwakiutl ve Nootka’daki totem direkleri son zamanlara aittir, çok azı 1880’den önce dikilmiştir. Kwakiutl direklerinin en bilinen ve Albert Körfezinde bulunanlar, 1890’dan sonra oyulmuş ve dikilmiştir.

İlk bakışta, Güney Alaska’daki Tlingit’lerin ölüleri için anıtlar dikme geleneğini başlattığı söylenebilir. Bunlar Rus tüccarlara yakınlıkları nedeni ile demir aletlere ilk sahip olanlardır.

En usta oymacı ve dokumacılardan olmalarına rağmen, totem direklerini ilk başlatan onlar da değildiler. Köylerine gelen ilk kaşifler, büyük oymalardan veya daha güneydeki Haida’larda gözlenenlere benzer ev veya mezar kazıklarından hiç bahsetmemişlerdir.

Bu kaşiflerden, keskin ve deneyimli bir gözlemci olan ve uzun yıllar boyunca Alaska Kıyısı’nda kalan Teğmen G.T. Emmons, Tlingit halkının kuzeydeki yarısının çok yakın zamanlara kadar hiç totem direği dikmediğini belirtir.

Haida’lar da direk oymacılığını ilk başlatanlar değildiler. Bildiğimiz kadarıyla, Haida direkleri gerçekte ev direkleridir. Haida’lar arasında oyma işlerinin büyük bir kısmını oluşturan ev direkleri, Tsimshian’larda daha az yaygın olmuştur.

Haida köyleri, 18. yüzyılın sonu 19. yüzyılın başında sıkça incelendiği halde büyük direklere ait hiçbir iz bulunamamıştır. 1880’de fotoğraflanan Massett ve Skidegate’deki ünlü direkler dizisi, gelişmiş ve gelenekselleşmiş bir formdaydı. Oysa Haida direklerinin birçoğu, 1830-1880 yılları arasında, tahminen aynı zamana ait oymacılar tarafından oyulmuştu.

Kızılderililerin çoğu Hıristiyanlığa geçtiklerinde Haida direkleri, sadece 10-30 yaşlarındaydı. Geleneksel adetler 1880 civarında terk edilmeye başlandığında Haida’lar bu direkleri kesmişler ve beyazlara satmışlardır. Haida’larda 1840-1850 yıllarından önce morg direkleri kullanılmamasına rağmen birkaç erken ve geçiş direk, sonrakilerin prototipleri sayılabilir.

Gelenekselleşmiş tarzdaki ilk totem direği, büyük bir olasılıkla Nisrae’ler veya Nass River kuzeyindeki Tsimshian’lardan çıkmıştır. Yerli geleneklerinin gösterdiği gibi, ölüyü anmanın bu şekli çok eski bir adet olmadığı halde, Gitksan ve Tsimshian’lardan daha önce burada uygulanmıştır. Haida ve Tlingit oymacıları, büyük bir olasılıkla Nass’takileri örnek almışlardır.

Nass River’daki haliç, bir hayli yaygın ve gerekli bir hammadde olan eulachon yağı için en önemli ticaret rotasıydı. Haida, Tlingit, Tsimshian ve Glitksan’daki yerliler, bu yağı elde edebilmek için her ilkbaharda ya sudan ya da karadan ve her seferinde haftalar süren bu alışverişi için Aşağı Nass’ı takip ederek, değişik köylerde geçici kamplar kurarak seyahat ederlerdi.

Bu yıllık değiş tokuş sırasında, yerel ev sahiplerinin kültürel özellikleri, misafirlerin sürekli gözlemi altındaydı, ve genellikle de kıskançlık ya da kavga nedeni oluyordu.

Öte yandan, Nass’taki Tsimshian’ların Queen Charlotte Adalarına ya da Tlingit’e, baskın yapma veya arada sırada akrabaları ziyaret etme dışında, seyahat ettikleri şüphelidir. Tlingit direklerinin Nass River çevresindeki daha önce yapılmış direklere benzemesi, ilk kendi başına duran direklerin Tsimshian’lı sanatçılar tarafından oyulduğu sonucunu destekler.

Nass River kabilelerinin Yukarı Skeena halkından daha önce totem direkleri yaptığını gösteren birçok kanıt vardır.

Bazı Gitwinlkul köylülerinin Yukarı Nass’ta avlanma sahası vardı ve Gitksan’lar her baharda eulachon tutmak veya kıyı kabileleriyle post ve kurutulmuş meyve keki ticareti yapmak için Aşağı Nass’a seyahat ederlerdi. Zaman ilerledikçe kıyıdaki daha gelişmiş kabilelerde güçlü bir kültürel etkilenme gerçekleşti.

Nass River oymacılarının tamamı, Kuzeybatı Kıyısı’ndakilerin en iyileriydiler. Sanatları, bölgede erişilebilen en yüksek, en gelişmiş noktadaydı. Totem direkleri, en ustaca yapılanlardı ve herhangi bir yerde görülenlerin en yüksekleri arasındaydı. 

 BİR TOTEMİN HAZIRLANMASI VE DİKİLMESİ

Bir totem direğinin hazırlanma işlemi –geniş bir kırmızı sedir ağacının kesilmesi, karayolu ile veya denizde hatırı sayılır bir mesafeye taşınması, oyulması ve dikilmesi- genellikle seneleri alırdı. Önce bir ağaç seçilirdi ve işi sipariş eden ailenin üyeleri dışındaki insanlar tarafından kesilirdi. Bu insanlar, ağaç kesildikten sonra herkesin önünde yedirilir ve ödemeleri yapılırdı.

Daha sonra ağaç kesme işini sipariş eden aileler arasından bir kişi oymacı olarak tutulurdu.

Oymacı gerekli ustalığı gösteremezse, işin getireceği nüfuzu düşünerek kendisi resmi olarak görevde kaldığı halde işi yapması için bir başka kişiyi tutardı. Oyma işi mümkün olduğunca gizli olarak yapılırdı, figürler sayıları beşten fazla olabilecek mevcut aile büyükleri listesinden totem sahipleri tarafından seçilirdi.

Oyma işi tamamlandığında, totemin dikilmesi için gerekli yiyecek ve servet bir araya getirilince komşu kabilelerin önde gelen bütün ailelerine davetiyeler gönderilirdi.

Totemler, 1890’ların sonlarına kadar sosyal yaşamın temeli olan şenlikler için toplanan yüzlerce insanın yardımıyla dikilirdi. Bu oyma anıtlar, genellikle Kıyı Kızılderililerinin ana yollarını oluşturan nehir ya da okyanus kıyılarına bakardı.

Sahiplerinin evlerinin önünde birbirlerinden uzakta durur ve eğri bir çizgi halinde köy boyunca sıralanırlardı. Köylerin yer değiştirmesi durumunda ise totemler terkedilmiş köylerde kalırlardı ve zaman içerisinde çevresinde yetişen ağaçlar arasında kaybolurlardı. 

TOTEM SANATININ GELİŞİMİ

Anıt sütunlarının oyulması ve dikilmesi sanatı, Kuzeybatı Kıyısında sanıldığı gibi çok eski değildir. Yaygın bir yanlış anlayışa göre ayakta kalan totem direkleri yüzlerce yıl yaşındadırlar, ancak bölgenin iklim koşulları ve kullanılan malzemenin doğası incelendiğinde bu anlayışın yanlış olduğu kanıtlanmıştır.

Orta derecede yağış alan ve toprağı kum ve çakıl içeren Yukarı Skeena bölgesinde bir yeşil sedir ağacı 50-60 yıldan daha fazla ayakta duramaz. Bugün kıyı boyunda, yüzyıl önce dikilenlerin sadece birkaçı ayaktadır. Yılın çoğu zamanında hakim olan yoğun nem ve muskeg oluşumu çürüme işlemini hızlandırmıştır.

Örneğin Port Simpson’daki totem direklerinden güneyde yer alanlar, ısı ve yağmurlu rüzgarlar nedeniyle, daha hızlı çürümüşlerdir. Parklarda ve müzelerde bulunan ünlü totemlerin çoğu, 1860’tan sonra oyulmuştur, Alert Bay gibi Kızılderili köylerinde kalan birkaçı ise çok daha sonra dikilmiştir.

Yerli oyma teknikleri 19. yüzyılda daha hızlı gelişmiştir. 1778’deki sözleşmeden sonra Avrupalılar tarafından yerlilere satılan el aletlerine (çelik balta, keser, kıvrık bıçak gibi) dayanmaktadır bu gelişme. Kürk ticaretinden kazanılan malzeme avantajı, kıskançlık ve rekabeti hareketlendirmiş, ve yüksek itibar ve mevki için harcanan çabaları körüklemiştir.

Totem direği dikmek, 1830’dan sonra daha da yaygın olmuş; büyüklüğü ve figürlerinin güzelliği, varlık ve statünün göstergesi haline gelmiştir.

Köylerdeki yarı-bağımsız liderler arasında direklerin büyüklüğü ile ilgili düşmanlıklar ortaya çıkmıştır. Bunun üzücü bir örneği, 1870 civarında Nass River’da Hladerh ve Sispegoot arasında çıkan kavgadır.

Wolves(Kurtlar)’ın lider şefi olan Hladerh, kendi boyunu geçen hiçbir direğin dikilmesine izin vermiyordu ve Finback Whales(Sırttan Yüzgeçli Balinalar)’ın lider şefi olan Sispegoot’un mali durumu, rakibinin kıskançlığına aldırmayacak kadar iyiydi.

Sispegoot’un yeni direği oyulduğunda, köydeki en uzun direk olacağına dair haberler dolaşmaya başladı. Hladerh’in defalarca yinelenen uyarılarına karşın, Sispegoot direğinin dikilmesi için davetiyeler göndermeye başladı.

Sispegoot, Hladerh’in evinin önünden kanoyla geçerken vurulup yaralandığında, şenliği bir yıl sonraya ertelemek zorunda kaldı. Bu arada, Hladerh, zeki bir entrikayla, Sispegoot’un kendi adamlarından biri tarafından öldürülmesini başardı.

Hladerh daha sonra kendi phratry’sinden başka bir şefi, direği dikildikten sonra, kısaltması için iki kere zorlayarak küçük düşürdü.

Yukarı Skeena bölgesindeki çoğu direk, 1880 yılından sonra dikilmişti. En eski 5-6 tanesi 1860’larda dikilmiş olduğu halde, Gitksan’ın ortasındaki yerli yaşamının bu özelliğinin, 1870-1880 arasında moda olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

Direk oyma işini benimseyen ilk köylerden birisi olan Gitwinlkul’un yaklaşık 30 direğinden sadece 6 tanesi, 1880’lerden önce dikilmişti, ve komşu köylerde de sadece birkaç tane direk vardı.  

 TEKNİK VE TEKNİĞİN EVRİMİ

Yerel hikayelere göre, oyma ev-önü direklerinin ve ev-köşelerindeki desteklerin, ilk bağımsız totem direğinin kullanılmasından çok seneler önce Tsimshian’da görülmüştür. Yine benzer birkaç ev ve destek te, Skeena’daki kanyonun alt taraflarında da bulunmuştur.

Yerliler, geleneksel stilde geniş ve ortak konutlar inşa etmekten vazgeçtiklerinde, eski ev dekorasyonu stilinden de vazgeçmiş oldular. Eskiden törenlerde giriş kapısı olarak kullanılan anıtsal sütunlar, artık eski kullanımları dışında moda oldu.

Yukarı Skeena’nın en eski direklerinden bazılarındaki oyma teknikleri, maske yapmakta ve küçük bağımsız nesneleri oymakta kullanılan tekniklerle gelişen oyma sanatının ilk aşamalarını gösterir.

Bu direklerdeki oymalar,doğadaki gerçek hayvan ve nesneleri değil, bayramlarda süslendikleri gibi maskeli ve kostümlü oyuncuları tasvir ediyordu. Bu erken Skeena Nehri oymacıları, geniş bir direği dekoratif anlamda uyumu sağlayan mimari bir yapı olarak düşünme noktasına erişen Nass Nehri üstatlarının becerilerinden yoksundular.

Gitwinlkul’daki iki direk oyma üstadı, Haesem-hliyawn ve Hlamee, Gitksan’daki ustalığın iki özel dönemini temsil ederler. Bunlardan 1868’e kadar yaşayan Haesem-hliyawn, hala ayakta duran en iyi direklerden bazılarını oymuştur. Onun hayranı olan genç Hlamee ise 1900’den sonra ölmüştür.

Haesem-hliyawn’ın stili, tamamen yerli özelliklere sahip ve en ustaca olanlarındandı. Gerçekçilikle süsleme sanatını çok güçlü bir anlayışla birleştirmişti.

Sanatı doğadan esinlenmişti, aynı zamanda da en eski biçemsel tekniğin öncülerindendi. Haesem-hliyawn, 1840 ve 1880 yılları arasında, totem direği sanatının gelişimi ve en parlak (zirvedeki) dönemlerine tanıklık eden bir kuşağa aitti. Yaptığı insan figürleri, yerli sanatının en parlak eserleri arasında yer alır. Oyduğu yüzler, abartılmış ifadeleri ve eğlenceli buruşukluklarıyla, Kuzeybatı Kıyısı sanatının tipik özellikleriydi.

Verimli bir işçi olan Hlamee, yaptığı oymaların niteliklerini artırmak için beyaz adamın boyasını kullanan ilk kişiydi. Boyayı sağduyu ile ve etkileyici biçimde kullanması, ne yazık ki işin heykelsel kalitesini azalttı. Yeni moda, yerli ilham kaynağının ve sanatsal niteliğinin açıkça kayboluşunu telafi edemedi.

Nass’taki oyma direkler, Skeena’dakilerden daha iyi kalitedeydi, fakat sayıca daha azdı, çünkü Nass halkı, Gitksan’dakilerden daha erken bir zamanda, 1880 veya 1890 yılları civarında, eski geleneklerinden vazgeçmişlerdi. İki bölgedeki direk oyma tekniği, Haesem-hliyawn’ın daha erken ve daha iyi sanatından Hlamee’ninkine geçişi belgeleri ile kanıtlar.

Diğer taraftan, Aşağı Skeena’daki Tsimshian, totem direklerini oyma sanatıyla hiç uğraşmadı. Önemli ve tarihsel bir olayın anısına, uzun ve kalın bir taş dikilirdi. Her ne kadar Tsimshian, oldukça yeni olan, ölüleri için anıtsal oyma direk dikme geleneğini benimsemese de, evlerinin önündeki ata sembollerini yerli boyalarıyla boyama geleneğini yitirmedi.

Skeena ağzı yakınlarındaki Gitsees köylerinde, hiç bir totem direğinin dikildiği görülmese de, beş tane ev-önü tablosu, 1920’lerin sonlarında bile açıkça hatırlanır ve anlatılırdı. Komşu kabilelerdeki bir çok ev de, bir zamanlar kıyı boyunca oldukça yaygın olan bu stilde süslenmişti.

Bu olağanüstü, Kuzeybatı Kıyısı’na ait, ev direkleri ve uzun morg sütunları oyma ve dikme veya ev önlerindeki ataları resmetme geleneği, tek merkezden kaynaklandığını ve çeşitli yönlere doğru yayıldığını gösterecek şekilde tarz tutarlılığına sahiptir. Bu geleneğin yayılma sınırları, Kuzeybatı Kıyısı genel sanatının (tahta, deri, taş, kemik ve fildişi oyma ve boyamayı kapsayan) sınırlarıyla çakışır.

Kuzeybatı Kıyısı sanatı, büyük biçimlerdense küçük formlarda daha eskiye dayanır. Başlangıcı, tarih öncesi zamanlara kadar izlenebilir. Sembolik şekiller, 1775 ve 1800 yılları arasında, İspanyol, İngiliz ve Fransız kaşiflerin zamanlarında, standartlaşmıştı.

İlk kez dünyanın etrafında dolaşan denizcilerin çoğu -Cook, Dixon, Meares, Vancouver, Marchand, ve La Perouse- 1800’lerin sonlarında maskelerin, kutuların ve törensel nesnelerin bizim şu anda bildiğimiz (alışık olduğumuz) stilde süslendiğini kanıtlarlar.

Aynı zamanda, ev önlerinin boyanmış tasarımlarla süslendiğinden de bahsederler. Bununla birlikte, kıyı boyunca totem direkleri proper veya bağımsız anıtsal sütunların var olduğuna dair dikkat çekici bir kanıt eksikliği vardır. Örneğin, Queen Charlotte Adası’ndaki çeşitli Haida köylerini inceledi ise de, küçük oyma tepsi ve kaşıkları ayrıntılı bir şekilde tanımladığı halde totem veya ev direklerinden bahsetmez.

Fakat, 1780’den 1800’e kadar, bazı oyma ev kazıklarının varlığı zaten biliniyordu. Kaptan Cook, 1780 kışını geçirdiği, Nootka Sound’daki bazı şeflerin evinde birkaç oyma kazığı incelemişti, ressamı Webster da taslaklarında onların bir ikisinin özelliklerini resmetmişti.

Meares, 1788 ve 1789’da, aynı yörede Nootka oymalarını incelemiş ve şöyle tanımlamıştı:

“Üç devasa ağaç, kaba saba oyulmuş ve boyanmış, çatı kirişlerini oluşturan, ve uçlardan ve ortadan kocaman görüntülerle desteklenmiş, oyulmuş iri kereste blokları.

” Başka yerlerde, “bozuk şekilli figürler” olarak bahseder bu oymalardan. Oyulmuş direğin ilk resmi, bir Haida evinin önü ya da giriş direğininkiydi ve Bartletts’in 1790 günlüğünde kaydedilmişti.


Totem Poles: A Recent Native Art of The Nortwest Coast of America by US Government Printing Office 1932

 

Taş Oğlan

Taş Oğlan

Kızılderililerin eski büyük günlerinde, bir kız ve beş erkek kardeş yaşardı. İnsanlar o zamanlarda yiyecek aramak zorundaydı, bu onların temel sorunuydu. Kız yemek pişirip elbise dikerken, erkek kardeşleri günlerini avlanarak geçiriyormuş.

Bir gün aile çadırlarından çıkarak bir kayalığın yamacına bir kanyona kadar yürüdüler. Bu garip ve sessiz bir yerdi ama bir dere vardı ve avlanmak kolaydı. Kanyon yazın serindi ve kışında rüzgarı kesiyordu.yine erkekler avlanmaya çıktığında kızkardeşleri de onları bekliyordu. Beklerken sesleri dinliyordu. Bazen ayak sesleri duyduğunu sanıyor, ama dışarı çıkınca kimseyi göremiyordu.

Sonra bir gece beş kardeşten sadece dördü dönmüş avdan.hepsi de ona ne olduğunu merak ettiğinden sabaha kadar uyuyamamışlar. Sonraki gün ise avdan üçü dönmüş. Yine hiçbiri gözünü bile kırpmamış. Sonraki gece ikisi dönünce hepsi de çok korkmuş.

O günlerde kızılderililerin kutsal törenleri veya onlara yol gösterici duaları yokmuş, bundan dolayı kızın ve kardeşlerinin bu büyülü yerde geceleyin beklemesi çok zormuş.yine kardeşler sabah çıkmışlar ve biri dönmüş geceleyin. Kız ağlamış ve ona evde kalması için yalvarmış. Fakat kızın en çok sevdiği en genç olan kardeş te yiyecek bulmak için sabahleyin ava çıkmış. Diğerleri gibi o da dönmemiş. Hiçbiri kıza ne yiyecek ne içecek getirmiş, ne de onu korumuş.

Ağlayarak kız kayanın yamacından ayrılmış ve tepeye çıkmış. Ölmek istiyormuş ama bunu nasıl yapacağını bilmiyormuş. Sonra yerde yuvarlak bir çakıl taşı görmüş. Onun kendisini öldüreceğini düşünmüş, yerden almış ve onu yutmuş.

Kalbinde iyilikle çadıra dönmüş. Biraz su içmiş ve midesinde bir hareket hissetmiş, taş ona sakin olmasını söylüyormuş. Rahatlamış ama kaybolan kardeşlerinden dolayı uyuyamıyormuş.

Sonraki gün biraz pemmican ve çilek dışında bir şey yememiş, çünkü kendini aç hissetmiyormuş. Biraz da dereden su içmiş. Bir ziyafette olduğunu düşünerek şarkı söyleyerek yürümüş. Sonraki gün daha önce olmadığı kkadar mutluymuş.

Dördüncü gün yalnızdı ve kendini üzgün hissetti. Son şimdi geliyor diye düşündü, şimdi öleceğim. Kaygılanmadı ama öleceği yerde küçük bir oğlan doğurdu.

Ben bu çocuğu ne yapacağım? diye düşündü. Bu nasıl geldi? Herhalde yuttuğum taştan olmalı.

Çocuk parlayan gözleriyle oldukça güçlü görünüyordu. Buna karşın kız kendini zayıf hissediyordu, yeni hayatı, oğlunu koruması gerekiyordu. Kız ona İyan Hokshi, yani Taş Oğlan adını verdi ve ona kardeşlerinin elbiselerini giydirdi. Günler geçtikçe çocuk büyüdü, normalden on kat daha hızlı büyüyordu ve mükemmel bir vücuda sahipti.

Anne bebeğinin büyük güçlere sahip olduğunu biliyordu. Bir gün çocuk çadırın dışında oynarken kendine yay ve oklar yaptı. Anne okların ucundaki yontulmuş taşlara bakarak çocuğun onları nasıl yaptığını düşündü. belki kendinin taş olduğunu ve benim onu yuttuğumu biliyor diye düşündü. Onun sert bir doğası olmalı.

Bebek hızla büyüyüp yürümeye başlamıştı, saçları uzadı ve olgunlaşınca annesi onu diğer kardeşleri gibi kaybedeceğinden korkmaya başladı. Sık sık ağlıyordu ve çocuğun neden sormadığını düşünüyordu, çocuk biliyor gibiydi.

Çok sonra çocuk avlanmak için yeterli olgunluğa erişince ve annesi onu görünce daha da kaygılandı. Taş çocuk çadıra girdi ve anne ağlama dedi.

Annesi beş tane amcan vardı dedi. Fakat avlanmaya çıktılar. Birbirini izleyen günlerde hiçbiri geri dönmedi. Ve onun doğumunu hatırladı, tepeyi nasıl tırmandığını ve taşı nasıl yuttuğunu, içinde kıpırdıyan şeyi nasıl hissettiğini.

Biliyorum dedi çocuk. Ve ben kardeşlerini yani amcalarımı aramaya gidiyorum.

Ama eğer dönmessen ben ne yapacağım? diye hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Döneceğim diye yanıtladı çocuk. Amcamlarla birlikte döneceğim hem de. Ben gelen kadar çadırdan çıkma.

Böylece ertesi sabah İyan Hokshi yürümeye ve etrafı izlemeye başladı. Akşama kadar uyumak için uygun bir yer bulana kadar dolaştı. Dört gün boyunca dolaştı ve dördüncü günün sonunda duman kokusu aldı. İyan Hokshi, Taş Çocuk kokuyu takibetti. Koku onu bacasından duman çıkan bir çadırın yanına getirdi.

Çadır çirkin ve haraptı. İyan Hokshi içeride yine çok çirkin olan yaşlı bir kadın gördü. Kadın onu gördü ve içeriye buyur etti.

Taş çocuk içeri girmekle beraber huzursuz ve biraz da tedirgindi.etrafa baktı ve çadırın duvarına dayanmış beş büyük bohça gördü ve merak etti.

Yaşlı kadın biraz ot kaynattı. Çocuk piştiği zaman out yedi ama beğenmedi. Sonra kadın ona uyuması için pis ve eski bir bizon derisi serdi, fakat çocuk bir tehlike olacağını sezinledi ve uyumamaya karar verdi.

Sırtım ağrıyor dedi kadın. uyumadan önce, keşke sırtımda yürüyerek masaj yapsaydın bana. Ben yaşlı ve yalnızım, ağrılarım için bana yardım edecek kimsem yok.

Uzandı ve Taş Çocuk onun sırtında yürümeye başladı. Bunu yaparken, kadının sırtının arkasındaki kürkün altında bıçak, mızrak ucu gibi keskin bir şeylerin olduğunu hissetti. belki onları amcalarımı öldürmek için kullanmıştır diye düşündü. Belki de bir yılandan aldığı zehiri koymuştur, evet öyle olmalı.

İyan Hokshi bunları düşünerek, becerebildiği kadar havaya sıçradı ve yaşlı kadının sırtına indi. Tekrar tekrar zıpladı, ta ki yaşlı kadın bitip tükenip kırık bir sırtla ölünceye dek.

Sonra İyan Hokshi hayvan derileriyle sarılmış ve sırımlarla ağızları bağlanmış bohçaların yanına geldi.onları çözdü ve ölmüş ve kurutulmuş etler gibi kurumuş, insana pek benzemeyen beş adamı buldu. Bunlar amcalarım olmalı diye düşündü, fakat onları hayata nasıl yeniden döndüreceğini biliyordu.

Çünkü çadırın dışında gri taşlarla çevrili bir kaya yığını vardı. Onları konuşurlarken buldu, onları anlayabiliyordu. İyan Hokshi, Taş Oğlan, sen de bizden birisin, bizden geliyorsun, Tunkadan geliyorsun, İyandan geliyorsun. Şimdi dikkatle dinle

Onların dediklerini dinledikten sonra, kubbeye benzer bir yığın yaptı söğüt dallarından. Onu yaşlı kadının bizon derisiyle kapladı ve içine kurumuş beş cesedi koydu. Dışarıda büyük bir ateş yaktı. Kayaları alevlerin sağına yerleştirdi, yaşlı kadını aldı ve ateşin içine attı.

Taşlar ateşten kızmaya ve kırmızılaşmaya başladıktan sonra, Taş Oğlan bir geyiğin boynuzlarını buldu ve yaptığı kubbeye onları tek tek taşıdı. Yaşlı kadınınbizonun iç derisinden yapılmış su kabını alarak içine su doldurdu. Sonra kurumuş insanları kubbenin içine koyduğu tasın etrafında daire şeklinde yerleştirdi.

İyan Hokshi kubbenin girişini bizon derisiyle kapattı, içerideki havanın çıkmaması ve içeriye de hava girmemesi için.kaptaki suyu ölülerin üstlerine boşalttı ve taşlara teşekkür etti: beni buraya getirdiğiniz için. Dört kez suyu döktükten sonra dört kez kapıyı açtı ve kapadı. Taşlarla konuştu. Suyu döktüğü zaman küçük oda buharla doldu, böylece bembeyaz bir sisten başka bir şey görünmez oldu. İkinci kez döktüğünde, bir canlanma, bir kıpırdanma hissetti. Üçüncü kez döktüğünde şarkı söylemeye başladı. Ve dördüncü kez döktüğü zaman bu ölü ve kuru şeyler de şarkı söylemeye ve konuşmaya başladılar.

Artık hayata döndüler diye düşündü Taş Oğlan. Şimdi onları görebilirim.

Kapıyı son kez açtığında buharın dışarıya, gökyüzüne uçarak tüybulut olduğunu gördü. Şenlik ateşi ve ayışığı ikisi de küçük tahta kubbenin içinde parlıyordu ve ışıkları içeride oturan beş genç adamı aydınlatıyordu. Hou lekhsi, sizler amcalarım oluyorsunuz dedi, onlar gülümsediler, hayata yeniden döndükleri için mutluydular. İyan Hokshi: bu annemin yani kızkardeşinizin- istediği şey. Bu onun dilediği şey.

Taş beni korudu ve şimdi de sizi koruyor diye ekledi. İyan, Tunka taş- Tunka, İyan. Tunkashila, Büyükbaba Ruh, ona tapınmayı öğreneceğiz. Bu kubbe, bu kayalar, bu ateş, bu su bunlar kutsal- bundan böyle bunları kullanacağız, bu yaptığımız ilk şeyden sonra: temizlik için, yaşamak için, wichosam için, sağlık için bunların hepsi bize yaşamamız için verildi. Şimdi bir kabile olmalıyız.

Ok Oğlan




 Ok Oğlan

Ok Oğlan, harika çocuk, yasa çıkarılan Sioux Yuwipi törenleri boyunca bir sihir gücü vermektedir. Törende büyücü; ürkütücü ışıklar, şıngırtılar ve sesler eşliğinde, işlenmemiş inek derisinden kamçı ve yıldız bir battaniye ile kaplanmış eski bufalo derisinden yapılma kaftanı bir araya getirmekteydi. Çanak-çömlek yapan Pueblolar, Water-Olla Boy efsanesi diye adlandırdıkları bu hikayenin diğer bir versiyonunu geliştirmişlerdir.

Çeyenler, mısırı almasından sonra bile hala kuzeyde oturuyorlardı, kabileden genç bir erkek ve kadın evlenmişti. Kadın hamileydi ve çocuğunu tam dört yıldır rahminde taşıyordu. İnsanlar büyük bir merakla ne olacağını izliyordu. Kadın dördüncü yılın sonunda doğurduğu zaman bebeğin doğaüstü olduğunu kabul ettiler.

Annesi ve babası öldükten sonra çocuğu yalnız yaşayan ninesi yanına aldı. Oğlan yürümeyi ve konuşmayı çabucak öğrenmişti. Bir bufalo postunu aldı ve büyücülerin giyeceği şekilde, tüylerini dışarı getirerek katlamayı öğrendi.

Çeyenlerde bazı doğaüstü yeteneklere ve güçlere sahip büyücüler vardı. Bazen biraraya gelirler ve bir yerde toplanırlardı. Büyük bir çember şeklinde oturup ilahiler okur ve kutsal törenler yaparlardı, sonra herkes kalabalık toplanmadan önce mucizelerini gösterirdi.

Bu sihirli danslar çocuk on yaşına geldiğinde devam ediyordu. Oğlan ninesine onlara katılıp katılamayacağını sordurttu ve büyükler onu kabul ettiler. "Nerede yaşamak istersin?" diye sordu şef, bunun anlamı 'nerede oturmak istiyorsun'dur. Törensiz bir biçimde oğlan şefin yanına oturdu. Ona yer gösterene çocuk direktifleri verdi, tüm vücudu kırmızıya boyanacak ve yüzünün, bileklerinin ve dizlerinin çevresine siyah çemberler çizilecekti.

Gösteri çemberin sonundan başladı. Sıra Oğlana geldiğinde oradakilere ne yapacağını sordu. O tütsü yakmak için yumuşak otlar kullanırdı. Ondan sonra dumanın içinden, bufalo sinirinden yapılmış yayını kuzeye, güneye, doğuya ve batıya doğru çevirdi. Kaftanını giymek ve yayını boynuna takmak için iki kişiden yardım istedi. Bütün güçleriyle çektiler fakat onu yerinden hareket ettiremediler. Daha hızlı çekmelerini söyledi ve onlar bunu yaptığında Oğlanın kafası incindi. Kafası kaftanın altında kaldı ve adamlar kaftanı çıkardı.

Şimdi çocuğun yerinde çok yaşlı bir adam oturuyordu. Yaşlı adamı cüppe ile sardılar ve tekrar çekmeye başladılar. Bu seferde insan kemikleri ortaya çıktı bir kafatasıyla birlikte. Üçüncü seferde ise kaftanı kemiklerin üstüne serdiler ve kaldırdılar. Hiçbir şey yoktu. Dördüncü seferde ise kaftanı boş bir yere serip sonra kaldırdılar. Şimdi ise harika çocuk hiçbir şey olmamış gibi orada oturuyordu.

Çeyenler büyü dansından sonra, bufalo avlamak üzere kamplarına doğru harekete geçtiler. Annelerini görmek için bütün güçlerini harcayan danaları avlamaya giden çocuklara öncülük etti muhteşem oğlan. Çocuklar etrafta beş ya da altı tane dana gördüler ve içlerinden birini oklarıyla öldürdüler. Çok dikkatli bir şekilde, kemikten yapılma bıçaklarını kullanarak derisini yüzmeye başladılar. Toynaklarını atıyorlar ve kafasını bozmamaya özen gösteriyorlardı çünkü harika çocuk bu deriyi kaftan için kullanacaktı.

Çocuklar işlerini yaparken bir adam bir köpek sürüsünü onlara doğru yönlendirdi. Bu adam kabile şefi Genç Kurttu ve etrafa dağılmış kemikleri toplamak için gelmişti. Çocuklara o bufaloyu alacağını ve onu bırakmalarını söyledi.

Bunun üzerine muhteşem çocuk dışındakiler adamın söylediklerini yerine getirdi. Muhteşem çocuk ise işine devam ederek sadece derisini alacağını söyledi. Adam çocuğu kenara itti fakat çocuk kalkarak deriyi yüzmeye devam etti. Bunun üzerine adam bu sefer çocuğu şiddetli bir şekilde yere fırlattı. Çocuk kalktı ve işine devam etti. Arka bacağın derisini yüzer gibi yaparak dizinden kesti ve toynağından tutarak ayırdı. Adam çocuğa bu sefer omzuyla yüklenerek kenara itmek istedi fakat çocuk az önce kestiği bufalo bacağı ile adamın ensesine sert bir vuruş yaptı. Bunun üzerine adam olduğu yere yığılıp kaldı.

Çocuklar hemen kampa koştular ve büyük bir heyecanla başlarından geçenleri anlattılar. Savaşçılar toplandılar ve harika çocuğu öldürmeye karar verdiler. Çocuğu bulmak için şeflerinin cesedinin etrafına bakmaya gittiler fakat çocuk kampa dönmüştü. Ninesinin yanına gelmişti ve ninesi ona yemek yapıyordu. Tam o sırada savaşçılar etrafı kapladı. Çocuk çömlekteki yemeği hemen ateşe döktü ve böylece çıkan dumandan yararlanarak ninesini orada bırakarak kaçtı.

Savaşçılar etrafa bakınmaya başladılar ve çocuğu çeyrek mil ötede doğuya doğru giderken gördüler. Hemen peşine düştüler fakat ulaşılacak gibi görünmüyordu. Dört kez denediler bunu fakat başaramayacaklarını anlayarak bıraktılar.

İnsanlar harika çocuktan korkar oldu. Her gün aradılar ve en son gördüklerinde yakındaki bir tepenin başındaydı. Tüm kamp tam beş kez izledi onu ve her seferinde farklı bir elbise ile göründü. İlk geldiğinde bufalo derisinden yapılmış bir başlık vardı, kırmızı kalkanlı savaşçı gibiydi. Boynuzları, mızrağı, kırmızı kalkanı ve her bir koluna bağlanmış bufalo kuyruğu vardı üzerinde. İkinci geldiğinde siyah ve sarıya boyanmış vücudu, başına yapıştırdığı kuş tüyleri ile bir Coyote savaşçısıydı.

Vahşi Göl ( Cheyenne Mitolojisi )

Vahşi Göl

Derler ki;

“Bir zamanlar, bir delikanlı köyünden, ailesinden uzakta bir ava çıkmış. Güzel ve yağlı bir geyik vurmuş. Derisini yüzmüş, etleri ayırmış. Sırtına aldığı geyik derisine sarılmış parça etlerle evine dönerken yaşlıca bir adama rastlamış.

Avcı genç, bu yabancıyı görünce korkmuş. Yaşlı adamın dudakları şiş, gözleri de hemen hemen kapanmış bir durumda imiş. Vücudu akmakta olan açık yaralarla doluymuş. Çevresine berbat kokular saçıyormuş.

“Kimsin sen?” diye seslenmiş genç avcı. “Nereden gelip nereye gidiyorsun?”

“Ben Suçiçeğiyim.” şeklinde yanıtlamış yabancı. Nefesinin kokusu, vücudunun kokusundan daha da betermiş. “Doğudan, beyaz insanların bulunduğu taraflardan geliyorum ve Kızılderilileri bulmak için batıya gidiyorum. Sen buradan ayrıldığın zaman ben de senin izlerini sürerek senin köyüne geleceğim.”

“Niçin böyle yapmak istiyorsun peki?” diye şaşkınlıkla sormuş genç avcı. “Kızılderililer sana bir kötülük yapmadı ki… Beyazlara da bir şey yapmadılar, söylemek gerekirse… Beyazlara ilişkin hiçbir şey bilmiyorlar bile. Kızılderililere neden acımasız davranmak istiyorsun?”

“Geleceğim.” demiş Suçiçeği. “Benden bunu yapmam istendi. Oraya köye gelip herkese hastalığımı yayacağım; çünkü benden istenen şey bu…”

“Yapma bunu!” diye genç avcı karşı çıkmış. “O köyde iyi insanlar var. Acı onlara ve bir kötülük yapma. Bizim sana hiçbir kötülüğümüz dokunmadı.”

Suçiçeği hastalığı uzunca bir süre durup düşünmüş. Sonunda: “İyi öyleyse.” demiş. “Sizlere acıyacağım. Sen kendi aileni ve istediğin kadar çok arkadaşını alabilirsin.

Eğer istersen bütün kampı da alabilirsin. Eğer sana uyarlarsa onlara bir kötülük gelmez. Senden, onları güvenli bir yere götürmen isteniyor. Evine git ve aileni al, sonra da orayı terket. Buraya tam ters olan bir yöne git. İyice uzaklaş.”

Genç avcı, köyüne, evine dönmüş. Habercilerle haber salıp köy halkının bir araya toplanmasını istemiş. Herkes toplandığı zaman da duyurusunu yapmış:

“Bir şey geliyor.” demiş halka. “Çok kötü bir şey olacak. Gelip hepinizi öldürebilecek bir hastalık var; ama bana, ailemi ve arkadaşlarımı bundan uzak tutabileceğim söylendi. Beni izleyin, böylece ölmez, yaşarsınız.”

Genç avcı, daha önce hiçbir savaşçı grubuna önderlik etmemiş bir delikanlıymış, bundan dolayı köy halkı onun böyle konuşmasına şaşırmış. Bir süre dinlemiş, sonra da gülmeye başlamışlar.

İhtiyarlar: “Amaan, yok öyle bir şey!” demişler. “Hiçbir şey olmaz. Siz köy halkı, hiçbiriniz onun sözlerine kulak vermek zorunda değilsiniz. Her şey yolunda gidecek.”

“Ben bir uyarıda bulunmak için gönderildim.” diye üstelemiş genç avcı. “Bana uymayan herkese çok kötü şeyler olacak.”

Kabile halkı gülmeye devam etmiş ve inanmak istememiş. Yaşlılar, genç avcının iyi bir insan olmayıp yalancı biri olduğunu söylemişler. “Sizlere, kendisine inanmanız için hiçbir şey yapmadı.” demişler.

Sonunda genç avcı vazgeçmiş. “İsterseniz siz kalın. Ben o gücün emirlerine uyacağım.” diyerek kararını bildirmiş ve hayvan derisinden yapılmış, koni biçimindeki çadırına gitmiş.

O gece, bütün köy halkı uykudayken, genç avcı ve ailesi kalkıp eşyalarını toplamış. Sabahleyin halk uyandığında “Bu adam korkak! Oysa korkacak bir şey yok!” diyeceklerini bilmesine karşın gene de toparlanmış.

Aile köyden ayrılıp Yüksek Ovalar’ ın kısa otları üzerinde yürüyerek batıya doğru yol almış. Gittikçe uzağa, uzağa, daha uzağa gitmişler. Sonunda büyük bir su kütlesinin yanına gelmişler. Bu su, derin, berrak ve masmaviymiş. Vahşi bir görünümü varmış. ”

O göl, bugün bile oralarda bir yerlerdedir; çünkü bu gölün var olduğu söylenmektedir.

“Genç avıcıyı uyaran ruh, genç avcının ve aile bireylerinin ellerinden tutup suyun içine çekmiş. Bu, yıllar boyu onlardan duyulan son haber olmuş. Suçiçeği hastalığı, geride, köydeki insanlarla konuşmaya başlamış, insanlar da onun berbat nefesini içlerine çekerken ortadan yok olmuş.

Yıllar sonra, oralarda iki delikanlı görünmüş. Amaçları avlanmak ya da savaşmak değilmiş, belki de kadın aramaya çıkmışlarmış; ama yeni karılar bulup bulmamaları da umurlarında değilmiş belki de delikanlıların. Bir de kadın bulurlarsa onları, köylerine götürmenin iyi bir iş olacağını düşünüyorlarmış. Gene de onlara göre hava hoşmuş.

İki arkadaş yol alırken, derin, mavi, o vahşi görünümlü göle gelmişler. Bu gezginci arkadaşlar gölün doğu kıyılarında, suyun içine doğru sürüp giden birtakım izler görmüşler.

Bu izler, yerde sürünere suyun içine doğru götürülen çadır direklerinin izlerine benziyormuş. Önce merak etmiş, sonra da gölün etrafında yürüyerek Batı tarafına doğru geçip izlerin sudan çıkıp çıkmadığına bakmışlar. Buna benzer bir iz bulamamışlar.

“Eeee, hava kararıyor.” demiş yaşça büyük olan. “Artık uyuyalım. Sabahleyin yeniden ararız. Birtakım insanlar suya girdiğinde tekrar çıkmış olmaları gerekir. Kampları fazla uzakta olamaz. Bunlar taze izler. Onları yarın buluruz.”

İki delikanlı, Kuzey Amerika’ da yetişen bir çeşit bakladan yapılmış yemeği ve kurutulmuş etleri yiyerek artan yiyecekleri de gölün suyuyla yıkamışlar. Sonra da bufalo derisinden yapılmış uzun kabanlarına sarınıp gölün batı yakasında, uyumak üzere uzanmışlar.

Açık ve parlak bir geceymiş. Yaşça büyük delikanlı, yıldızlar en yükseklerde sakin sakin göz kırparken uyanarak arkadaşının omzunu dürtmüş.

“Dinle.” demiş fısıltıyla. “Söyle bana, bir şeyler duyuyor musun?” İkisi de kulak kabartmış ve duymuş. Gölün dibinden su yüzüne doğru şarkı ve davul sesleri geliyormuş.

Yaşça küçük olan sormuş: “Kim bunlar?”

Büyük olan düşündüğünde, Suçiçeği hastalığı gelmeden önce köyden ayrılan insanlara ilişkin, büyükbabasının söyledikleri aklına gelmiş: “Bunlar o giden insanlar.” diye yanıtlamış küçüğün sorusunu. “Suyun altında bulunan köylerinin burada olması gerek.”

“Sabahleyin kalkıp gider ve onları buluruz.” demiş arkadaşı.

“Evet.” diyerek onaylamış büyük. “Sabahleyin gider, onları bulur ve köye götürürüz.

Sabah olduğunda gölün kıyısını araştırmışlar. Suyun dibine giden o izlerden başka bir şey bulamayınca da suyun kenarına kadar iz boyunca yürüyüp sonra da korka korka geri dönmüşler.

Yaşça büyük gezgin: “Kampa dönelim.” demiş. “İhtiyarlara ne düşündüklerini soralım.”

Arkadaşı da bu fikri onaylayınca yola koyulmuşlar. Delikanlıların tüm arkadaşları onları karşılamaya gelmiş ve anlattıkları öyküyü pürdikkat dinlemişler.

“Haydi hepimiz oraya gidelim.” demiş takım şefleri. “Suyun altındaki kardeşlerimizi bulmaya çalışalım.” Böylelikle delikanlılarla birlikte hepsi de tekrar geriye, yola çıkmışlar.

Köy halkı göle geldiği zaman, göün kıyılarını baştan başa dolaşmış ve iz bulabilmek adına her yere bakınmışlar. Her seferinde gene, doğu yakasına, çadır direklerinin suyun içine gömüldüğünü gösteren aynı yere gelmişler. En usta iz sürücüler bile, daha önceki köy halkının gölden çıktığını belirten bir iz bulamamış.

“Kardeşlerimizi nasıl görebiliriz?” diye sormuş köyün şefi ihtiyarlara. “Onlara nasıl ulaşabilir ve burada olduğumuzu söyleyebiliriz?”

İhtiyarlar tasalı bir biçimde başlarını sallamışlar ve yanıt vermişler: “Bir büyü yapılmadıkça onlara ulaşamayız. Suyun altına inip orada yaşayabilmemiz için olağanüstü bir güce sahip olmamız gerekir. Böyle bir gücümüz olmazsa hepimiz boğuluruz.”

Yine de çadır direklerinin suyun dibine doğru sürüklendiği yere ve ortadan kaybolan insanların izlerinin bulunduğu yere tekrar tekrar gitmişler.

Geceleyin oturup kulak kabarttıklarında, kıyıdaki insanlar, orada, gölün dibinde boğulmuş olan köyde oynayan çocukların, gülen kadınların ve konuşan erkeklerin seslerini, şarkılarını ve davullarını duyabiliyorlarmış.”

Bu olaydan senelerde sonra Kiowa-Apaçileri gölü ziyaret etmeye başlamışlar. Kendi köylerine döndüklerinde dans ederken, köyünü suyun dibine o adamın şarkısını söylerlermiş:

“Tehlikeli bir yer bu dünya,

Kızılderililere, yaşamak için

Ey, halkım, geli benimle

Ulaştırırım sizi ben emin ellere.

Orada, orada, suyun dibinde

Sihirli bir yer var.

O, Kızılderilileri korumak için yaratılmış bir yer

Güvenli ellerde.”

Yaban Sığırlarının Soyu Niçin Tükeniyor? ( Kiowa Mitolojisi )

 Yaban Sığırlarının Soyu Niçin Tükeniyor? ( Kiowa Mitolojisi )

Kiowalıların sahip oldukları her şey yaban sığırlarından gelmiştir. Tipi’leri ve aynı biçimde, elbiseleri ile makosenleri de yaban sığırlarının derilerinden yapılırdı. Yaban sığırlarının etini de yerlerdi.

Kapkacak yerine kullandıkları tulumlar bu hayvanların derilerinden, idrar torbalarından ya da işkembelerinden yapılırdı. Kısacası yaban sığırları, Kiowalıların yaşamlarıydı.

Hepsinden en önemlisi, yaban sığırları, Kiowalıların dinlerinin bir parçasıydı. Güneş Dansı sırasında bir beyaz yaban sığırı danasının kurban edilmesi gerekirdi. İnsanlrı iyileştirmeye çalışırken veya yukarıdaki güçler adına ilahi söylerlerken dualarını yapmak üzere rahipler sığır parçaları kullanırlardı.

Dolayısıyla, beyaz adamlar demiryollarını döşemek veya çiftlik kurmak ve hayvan yetiştirmek istediklerinde yaban sığırları, Kiowalıları yine de korumuştur.

Bu hayvanlar demiryolu raylarını söküp ayırmışlar ve bahçe, tarlaları bozmuşlardır. Çiftliklerdeki hayvan sürülerini önlerine katıp onları kovalamışlardır. Kiowalılar onları sevdiği kadar da yaban sığırları, insanlarını sevmiştir.


Derler ki;

“Yaban sığırları ile beyaz adamlar arasında savaş varmış. Beyazlar, Kiowalıların ülkesinde kaleler kurmuş ve yün-başlı yaban sığırı peşindeki askerler (zenci askerlerden oluşan Onuncu Süvari Alayı) olabildiğince hızlı bir şekilde yaban sığırlarını vurmuş; ama yaban sığırları, askerlerin üstüne üstüne gelmeye devam etmiş (Fort Sill’ deki mezarlık bölgesine kadar). Onları durdurmaya askerlerin gücü bile yetmemiş.

Sonra beyaz adamlar, yaban sığırlarını öldürmekten başka hçibir şey yapmayan avcılar kiralamışlar.

Bu adamlar ovalarda bir aşağı bir yukarı sıra sıra dizilmişler, bazen bir günde yüz kadar yaban sığırı vurmuşlar. Onların arkalarından da arabalarıyla birlikte deri yüzücüleri gelmiş.

Deriler ile kemikleri arabaları tepeleme doluncaya kadar yığmışlar ve sonra yüklerini, doğu pazarlarına gönderilmek üzere demiryolllarına taşımışlar.

Yaban sığırları vakitlerinin geldiğini anlamışlar. Artık kendilerini koruyamıyorlarmış. Büyük sürüden sağ kalan yaban sığırları, üzüntülü bir biçimde, bir kurul gibi toplanmış ve ne yapacaklarına karar vermişler.

Hâlâ kamp kuracak kadar bağımsız ve hür kalabilen Kiowalılar, Mount Scott’ un Kuzey tarafına kamp kurmuşlar.

Genç bir kadın sabahleyin çok erkenden kalkmış. Şafağın sisleri, Medicine Creek’ ten daha yeni yeni kalkıyormuş. Kadın, suyun karşı taraflarına göz atmış ve puslu dumanların arasında rüyada bir ruh gibi, son yaban sığırları sürüsünün beliriverdiğini görmüş.

Sürünün öncüsü doğruca Mount Scott’ a doğru yürümüş. Onun arkasından inekler ve buzağılar ile sağ kalabilen pek az genç erkekleri, boğalar gelmiş. Kadın bunları seyrederken dağın yüzü açılıvermiş.

Mount Scott’ un içindeki dünya, kadın daha küçücük bir kızken olduğu gibi, yemyeşil ve taptazeymiş.

Nehirler, böyle kıpkızıl değil, berrak akıyormuş. Yaban erikleri çiçek açmış durumdaymış; kırmızı tomurcuklar bayırların içlerine doğru birbirleriyle yarışa giriyorlarmış. Yaban sığırları, bu güzellikler dünyasına doğru yürüyüp gitmişler, bir daha da görünmez olmuşlar.”

Saynday Ve Suçiçeği Hastalığı ( Kiowa Mitolojisi )

Saynday Ve Suçiçeği Hastalığı

Derler ki;

“Saynday dünyaya doğru geliyormuş ve gelirken yolda, dünyasının tümden değiştiğini görmüş. Yaban sığırı sürülerinin otladığı yerlerde, ak yüzlü sığırların bulunduğunu görmüş. Kıyıları boyunca tertemiz berrak sularla akan Washita Nehri, şimdi kızıl çamurun etkisiyle ağırlaşmış durumdaymış.

Yüksek ovalar boyunca ya da çalılıklar arasında sekerek dolaşan ne geyikler, ne de antiloplar varmış artık.

Hiçbir tipi, mavi gökyüzüne doğru gururla yükselmiyormuş; yerleşmeci göçmenlerin ektikleri çimler tepe yamaçlarını ve dere kenarlarını çentiklemiş durumdaymış.

Zamanım geldi, diye düşünmüş Saynday kendi kendine. İçinde yaşadığım dünya ölmüş artık.

Kısa bir süre sonra, beyaz adamların duvar sürülerinin etrafında olduğu gibi, Kiowa halkının da etrafı parmaklıklarla çevrilecek ve bu insanlar parmaklıkları yarıp kaçamayacaklar; çünkü dikenli teller onların etlerini yırtıp parçalayacak.

Onlarla birlikte kalmakla halkıma bir yardımım dokunmuyor. Vaktim geldi ve ben de bu değişmiş dünyadan gidip uzaklaşmak zorundayım.

Saynday, çayırlıkların çok ötesinde yavaş hareket ederek Doğu yönünden kendisine doğru yaklaşan kara bir nokta görmüş.

Garip bir şey bu, diye düşnmüş Saynday kendi kendine. Doğu tarafına doğru yürümeye başlamış. O yürüdükçe, nokta gitgide büyümüş ve kısa bir süre sonra Saynday onun atının üstünde bir adam olduğunu fark etmiş.

At siyah renkli; ama ovalardaki toprağı yarıp açarken sabahların karıştırıp kaldırdığı kızıl tozlar onu pudralamış gibi imiş. Kızıl tozlar, misyoner gibi siyah bir pantalon ve ceket ile upuzun, dimdik bir şapka giymiş olana damın elbisesini de yer yer beneklemiş durumdaymış.

Kızıl tozlar, adamın yüz hatlarını örtüyormuş; ama Saynday, tozların altında adamın yüzünün çirkin yara izleriyle çentik çentik yarılmış olduğunu görebiliyormuş.

Kiowa Mitolojisi

Ölüm Nasıl Dünyaya Geldi? (Kiowa Mitolojisi)

Derler ki;

“Saynday yolda yürüyormuş ve yürürken kırmızı karınca ile karşılaşmış. O günlerde kırmızı karıncalar, Kiowalı kadınlarının çoğu gibi tostoparlaklarmış. Havanın sıcak olduğu bir gün, Saynday, karıncadan büyük olmamak şartıyla kendini küçültmüş ve konuşmak için frenk incirinin gölgesinde oturmuşlar.

“Durmadan düşünüyorum.” demiş Saynday.

“Neyi?” diye sormuş kırmızı karınca. Kendisi bir şey söylemeden önce, herkes gibi, Saynday’ in aklında ne olduğunu kesin olarak anlamak istiyormuş bu karınca.

“Şey, benim dünyamdaki yaşlı insanlar ve hayvanlardan bazılarının ölmeye başladıklarını düşünüyorum.” demiş Saynday. “Kötü bu. Hem de çok kötü. Kimsenin ölmemesi gerek. Öldükten dört gün sonra yaşama geri dönebilmeleri için bir yol bulabilmeye çalışmam gerektiğine inanıyorum.”

“Bunun iyi bir düşünce olduğuna emin misin?” diye sormuş karınca.

“Şey, öyle sanıyorum, insanları öyle teker teker yaşama geri döndürüp durursan, dünya çok dolacak. İnsanları ve hayvanları yaşama döndürmeye devam edersen, hiçkimsenin gidecek yeri kalmaz. İnsanlar öldüklerinde, ölü kalmaları gerekiyor bence.”

Saynday: “Yanlış düşünüyorsun sanırım.” şeklinde tartışmasını sürdürmüş.

“Sanırım ki ben haklıyım.” diye karınca da üstelemiş bu sefer. “Yaşlı insanlar yaşamlarını harcamıştır. Yorulmuşlardır. Yaşamaya devam etmek istediklerine bile inanmıyorum.”

“Ama ya gençler?” diyerek sormuş Saynday. “Bir genç bir av kazasında ya da bir savaşta, saldırıda öldürülürse veya genç bir kadın çocuğunu doğururken ölürse, bunların yeniden geri gelip, yaşamlarını elde etme hakları yok mu? Yaşama henüz başlamışlar çünkü…”

Karınca inat ederek çenesini dikmiş: “Saynday.” demiş. “Sen her zaman kendi yöntemini yeğ tutarsın. Şimdi, bu seferliğine sanırım ki yanılıyorsun. İnsanlar öldüklerinde bırak da ölü kalsınlar. Onları geri getirmek için çaba sarfetme.”

“Eğer istediğin böyle ise, öyle olsun.” diye yanıtlamış Saynday. “Eğer günün birinde bu kararından dolayı üzüntü duyarsan, bunun senin kararın olduğunu unutma. Bir karar verdiğinde, o kararın arkasında durman gerekir. Bundan sonra, bütün diğer insanlar gibi sen de yas tutmak zorunda kalacaksın.”

“İstediğim yol bu!” diyerek üstelemeye devam etmiş kırmızı karınca. Saynday de frenk incirinin altından kalkarak karıncayı orada bırakmış. Hızlıcana uzaklaşmış.

Dört gün sonra, Saynday, aynı yoldan geri dönüyormuş. Ortalık aniden hafif hıçkırık seslerine ve inlemelere bürünmüş. Saynday kendisini yeniden küçültmüş ve aynı frenk incirinin altında, karıncanın yanında otururken bulmuş.

“Ne oldu Tanrı aşkına?” diye sormuş Saynday.

“O öldü artık.” diye hıçkırıklara boğulmuş karınca. “Bir yaban sığırı bastı üstüne ve o, öldü artık. Ah, benim zavallı oğlum!”

“Seni uyarmıştım!” diyerek azarlamış onu Saynday. “Benim yöntemimi uygulamam için izin verseydin bana, onu dört gün içinde yaşama geri döndürebilirdim; ama hayır! Siz kadınlar hep aynısınız. En iyisini her zaman siz bilirsiniz ve kendi yöntemlerinizi uygulamaya bağlı sayarsınız kendinizi. Eğer sen bu kadar inatçı olmasaydın, oğlun ölmek zorunda kalmayacaktı.”

“Ah, benim zavallı oğlum!” diyerek karınca yine çığırmış. Sonra kemerinde bulunan kasap bıçağını kınından çekmiş. Saynday onu durdurmak için kımıldamadan önce, karınca kendini, tam başının alt tarafından olmak üzere, iki parçaya ayırmaya başlamış.

“Bak şimdi buraya!” diye azarlamış tekrar karıncayı Saynday. “Buralarda bir gün içinde yeteri kadar ölen oldu. Kendini parçalara ayırmak oğlunu geri getirmeyecek; bu diğer kimselerin daha fazla üzülmelerine neden olacak.”

“Şimdi ne diyorsam dinle: bundan sonra, Kiowalı kadınar yas tuttuklarında, kendi vücutlarını -kollarını, bacaklarını, saçlarını- hatta bir parmak boğumunu bile kesecekler, çünkü dünyaya ölümü sonsuza kadar bir kadın getirdi; ama hiçbir kadın, üzüntüsünden dolayı, hiçbir zaman kendini öldürmeyecek.”

Kutsal Mahoe ( Cheyenne Mitolojisi )

Kutsal Mahoe

Derler ki;

“Başlangıçta hiçbir şey yokmuş ve Büyük Ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Etrafına bakmış; ama görünürde hiçbir şey yokmuş. Bir şeyler dinlemek istediğinde o da yokmuş. Hiçbir şeyliğin içinde yapayalnız, yalnızca bir Maheo var imiş.

Maheo’ nun gücü büyükmüş. Gücünün varlığı bir Evren’ miş. Güç’ ün ne yararı var, diye sormuş Maheo kendi kendine, bir dünya ile içinde yaşayan canlıları yaratmak üzere kullanılmayacak olduktan sonra?

Sonunda Maheo, Güç’ ü ile göle benzeyen; ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış. Bugüne kadar süregelmiş bütün yaşamı bu tuzlu sudan çıkarabileceğini biliyormuş. Maheo böyle istemiş ve artık gölün kendisi yaşam olmuş. Maheo da surun serinliğini hissedebiliyor, dudaklarında tuzun keskin ve acı tadını duyabiliyormuş.

“Suda canlılar olmalı” demiş Güç’ üne Maheo ve istediği olmuş. Önce balıklar, sonra kumda ve çamurda yaşayan midyeler, salyangozlar ve karavidelere şekil vermiş.

Daha sonra da suyun üzerinde yaşayan canlılar istemiş. Artık, kazlar, yaban ördekleri, çaburcunlar, deniz kırlangıçları, ve gavialar varmış. Maheo, şimdi onların kanat çırpışlarını ve ayak şıpırtılarını duyabiliyormuş karanlıkta. Ardından yaratılan şeyleri görmek istiyorum diye kararını dile getirmiş Maheo.

Yine istediği olmuş. Işık, önce doğuda beyazlanmış ve ağarmış, sonra gökyüzünün ortasını doldurana kadar altın rengini almış ve kuvvetlendirmiş, bütün ufuk boyunca yayılmış. Maheo, ışığı seyrederken ışığın yardımıyla da balıklara, kuşlara ve gölün dibinde yatan kabuklu hayvanlara bakmış.

Maheo, tüm içtenliğiyle, bütün bunlar ne güzel, diye düşünmüş. Daha sonra beyaz bir kaz, Maheo’ nun bulunduğu yer sandığı gölün üzerindeki boşluğa doğru sularını şapırdatarak gelip: “Ben Sen’ i göremiyorum; ama Sen ‘in var olduğunu biliyorum.” demiş ve devam etmiş:

“Sen’ in nerede olduğunu bilmiyorum, ama Sen her yerde olmalısın. Dinle beni Maheoi Sen’ in yarattığın ve üzerinde yaşadığımız bu su iyi; fakat kuşlar balıklara benzemiyor. Bazen yüzerken yoruluyoruz. Bazen sudan çıkmak istiyoruz.”

“Öyleyse uç!” demiş Maheo ve kollarını sallamış. Bütün su kuşları havaya yükselebilecek hızı kazanıncaya kadar gölün yüzeyinde kaymaya başlamışlar. Gökler, kayıp giden bu su kuşlarıyla kararmış.

Kuşlar, gökyüzüne karşı, canlı şekiller olarak kıvrılıp dönerken Maheo: “Işıkta kanatları ne güzel!” demiş Güç’ üne.

Gölün yüzeyine ilk dönüp inen Gavia olmuş ve Maheo’ nun yakınında olduğunu bildiği için etrafına bakarak: “Maheo!” demiş. “Uçabilmemiz için bize gökyüzünü, ışığı; yüzebilmemiz için suyu yarattın.

Başka bir şey istememiz nankörlük olur; fakat yine de istiyoruz. Yüzerken ve uçarken yorulduğumuz zaman yürüyebileceğimiz ve dinlenebileceğimiz kuru ve katı bir yer arıyoruz. Yuvalarımızı yapmamız için bir yer ver bize, lütfen Maheo!”

“Öyle olsun.” diye yanıtlamış Maheo. “Fakat böyle bir yer yapmak için sizin, hepinizin yardımı gerekli.

Ben kendi başıma dört şey yarattım: Su, ışık, göklerin havası ve sudaki canlılar. Gücüm kendi başıma yaratmam için yalnızca bu kadar olduğundan, daha başka şeyler de yaratmam gerekiyorsa şimdi sizin yardımınıza gereksinmem var.”

“Sana nasıl yardım edebiliriz, söyle.” demiş sudaki bütün canlılar. “Söylediğin şeyleri yapmaya hazırız.”

Maheo elini uzatarak seslenmiş: “En kocaman ve en hızlı olanınız toprağı bulmaya çalışsın önce.” Bunun üzerine beyaz kaz O’ nun yanına gelmiş: “Denemeye hazırım!” Kendisini suya atarak bembeyaz bir nokta oluncaya dek yüzmüş. Sonra da aydınlığın berraklığında kapkara bir nokta gibi görününceye kadar gökyüzüne yükselmiş. Uzun zaman geçmiş. Beyaz kaz geri döndüğünde Maheo:

“Ne getirdin bize?” diye sormuş. Beyaz kaz, üzüntüyle iç geçirerek yanıtlamış: “Hiçbir şey. Hiçbir şey getirmedim.” Sonra Gavia denemiş, arkasından da yaban ördeği. Her biri geri döndüğünde ve Mahoa, ne getirdiğini sorduğunda “Hiçbir şey” diye yanıt vermişler.

En sonunda su yüzünde çabuk çabuk yalpalayarak arada sırada küçücük bir balığı yakalamak için başını suya daldırıp çıkaran küçük su tavuğu gelmiş ve “Maheo!” demiş.

“Başımı suyun altına soktuğumda çok daha aşağılarda bir şey görür gibi oluyorum. Bilmiyorum; ama belki de aşağılara, ona doğru yüzebilirim. Kardeşlerim gibi uçamam ya da dalamam. Bütün yapabildiğim şey yüzmek; fakat bildiğim en iyi bir biçimde aşağıya yüzüp gidebildiğim kadar derinlere giderim. Deneyebilir miyim, lütfen, Maheo?”

“Küçük kardeş…” demiş Maheo. “Hiç kimse yapabileceği en iyi şeyden daha fazlasını yapamaz. Ben bile sudaki bütün canlıların yardımını istedim. Elbette deneyeceksin. Bütün bu denemelerden sonra yüzmek, dalmaktan belki daha iyidir. Dene, küçük kardeş ve ne yapabileceğini gör.”

“Heh-heh! Teşekkürler Maheo!” demiş küçük su tavuğu ve başını suyun altına sokarak gözden kaybolmuş.

Çok, çok, çok uzun zaman geçmiş. Neden sonra Maheo ile diğer kuşlar su yüzeyinin altında yavaş yavaş hareketlenen kara bir nokta görmüşler. Küçük su tavuğunu, tuzlu gölün dibinden yukarı doğru yüzerek yüzeye ulaştığında kapalı gagasını yukarı, ışığa doğru uzatmış; ama açmamış.

“Getirdiğin şeyi ver bana.” demiş Maheo. Su tavuğu gagasını aşağı eğerek açmış, böylecek küçük bir parça çamur Maheo’ nun eline düşmüş. Maheo istediğinde bir insan biçimini alabiliyormuş. “Gidebilirsin küçük kardeş. Teşekkür ederim, getirdiğin şey seni daima korusun!” demiş Maheo.”

Ve böyle olmuş, böyle de sürüp gitmektedir, zira su tavuğunun eti hâlâ çamur tadındadır. Ne insanlar ne de hayvanlar mecbur kalmadıkları zaman dışında su tavuğu yemezler.

“Maheo, el ayaları arasında çamur topağını yuvarlayınca çamur gitgide büyümeye başlamış ve çamuru elinle tutamayacağı kadar çoğalmış. Çamuru koyacak bir yer bulmak için etrafına bakınmış, etrafında su ve havadan başka bir şey yokmuş.

“Sudaki canlılar, gelin ve bana yine yarıdm edin.” diye seslenmiş Maheo. “Bu çamuru bir yere koymam gerekiyor. İçinizden biri bunu sırtına koymama izin vermeli.”

Bütün balıklar ve diğer bütün suda yaşayan canlılar yüzerek Maheo’ ya gelmişler ve o çamuru taşımaya uygun birini bulmaya çalışmışlar. Midyelerin, salyangozların, karavidelerin sırtları sertmiş; ama kendileri çok küçükmüş.

Balıklar çok darmış ve sırt yüzgeçleri çamura saplanarak onu parçalıyormuş. Sonunda geriye tek bir su yaratığı kalmış. “Kaplumbağa Büyükanne?” diye sormuş Maheo. “Bana yardım edebilecek misin?”

“Çok yaşlıyım ve çok yavaş hareket edebiliyorum; ama denerim.” diye cevap vermiş kaplumbağa. Maheo, bir tepe şeklini alana kadar çamuru onun sırtına yığmış. Kaplumbağa görünmez hâle gelinceye kadar da çamuru büyüterek düzleştirmeye devam eden Maheo:

“Yeryüzü bizim Büyükannemizi olarak tanısın ve yeryüzünü sırtında taşıyan Büyükanne, su altında toprağın üzerinde ya da altında yabancılık çekmeyen tek varlık, herhangi bir yere dilediği gibi, yürüyerek ya da yüzerek giden tek canlı olsun.” demiş. ”

Ve böyle olmuş, böyle de sürüp gitmektedir, zira tüm dünyanın ve tüm insanların olanca ağırlığını sırtlarında taşıdıkları için Kaplumbağa Büyükanne ve onun soyundan olanların hepsi de çok yavaş yürümek zorundadırlar.

“Artık su olduğu gibi, toprak da oluşmuş bulunuyormuş; fakat ne varki toprak çorakmış. Maheo: “Toprak Büyükannemiz bir kadın gibi verimli ve bereketli olmalıdır. Yaşamı doğurmaya başlasın. Yardım et bana Güç’ üm!” demiş Güç’ üne.

Maheo bunları söyleyince çimenler ve ağaçlar Büyükanne’ nin saçları olarak çıkmaya başlamış. Çiçekler, onun parlak süsleri olmuş, meyveler ve tohumlar yeryüzünün bütün bunlara karşılık olarak Maheo’ ya verdiği armağanlar olmuş.

Kuşlar yoruldukları zaman toprağın elleri üzerinde dinlemeye gelmiş, balıklar onun eteklerine yanaşmış. Maheo, Toprak Kadın’ a bakmış ve onun çok güzel olduğunu , kendisinin şimdiye kadar yarattığı şeylerin en güzeli olduğunu düşünmüş.

“O yalnız kalmamalı” diye de düşünmüş Maheo. “Ona kendimden bir şey vereyim de böylelikle onun yanında olduğumu ve kendisini sevdiğimi bilsin.”

Maheo’ nun eli sağ tarafına uzanmış ve bir kaburga kemiği çıkarmış. Kemiğin üzerine nefes vererek Toprak Kadın’ ın bağrına yavaşça yatırmış. Kemik canlanmış, kımıldamış, dikilmiş ve yürümüş.

Yaratılan ilk adam olmuş. “Bir zamanlar benim, boşlukla yapayalnız olduğum gibi, o da, Toprak Büyükanne de yapayalnız.” demiş Maheo. “Yalnız olmak, hiçkimse için iyi bir şey değil.”

Bundan dolayı sol kaburga kemiğinden bir insan kadın yapmış ve adamın yanına yerleştirmiş. Böylece Toprak Büyükanne üzerinde, Büyükanne’ nin ve Maheo’ nun çocukları olan iki kişi oluşmuş. Bunlar beraberce mutlu olmuş ve Maheo da onları seyrederken mutluluk duymuş.

Bir yıl sonraki İlkbahar’ da ilk çocuk doğmuş. Yıllar geçtikçe başka çocuklar olmuş. Kendi hayatlarını yaşamışlar ve birçok kabile kurmuşlar.

Bu olaydan sonra Maheo, toprak üzerinde gezinen insanların zaman zaman bazı gereksinmeleri olduğunu anlamış.

Böyle zamanlarda, Güç’ ün yardımıyla, insanları beslemek ve onlara bakmak için hayvanları yaratmış. Yiyecek ve elbise yapmak için onlara geyikler, süslerini yapmak için de oklu kirpiler, açık ovalarda hızlı ceylanlar ve toprakta yuva yapan kır köpekleri vermiş.

Sonunda Maheo, Güç’ ü Neden’ e, bir tek hayvanın, diğer bütün hayvanların hepsinin yerini tutabileceği düşüncesini söylemiş ve onlara yaban sığırını (bufalo) yaratmış. ”

Maheo, hâlâ bizimle birlikte. Bütün canlılarını ve yaratmış olduğu bütün evreni seyrederek her yerde bulunmaktadır o. Maheo, tüm iyilik ve tüm yaşamdır, O Tanrı’ dır. Aynı zamanda da koruyucu ve öğreticidir. Hepimiz bu dünyada Maheo’ nun sayesinde bulunmaktayız.