Vahşi Hayvan ( Iroquois Efsaneleri )

Vahşi Hayvan ( Iroquois Efsaneleri )

Bu hikaye bana Ohsweken’de, Altı Ulus Ülkesi’nden bir Mohawk olan Dehaweihere (Dei-hah-wei-Yah-hei-lei) tarafından anlatılmıştı.

Eski zamanlarda, günümüzde New York eyaleti olan bir dağın yakınında üç erkek kardeş kamp yapıyormuş. Avlanmak üzere, Mohawk Nehri kenarında korulu olan köylerini terk etmişler.

Güzel bir sabah vakti, en büyükleri yayını ve tirkeşini almış ve ormana girerken geyik avlamaya gittiğini ve onu kampta beklemeleri gerektiğini söylemiş.

Avcı geri dönmemiş; iki gün geçtikten sonra, ortanca erkek kardeş, gidip geyik avlamaya ve ağabeylerini bulmaya gideceğini söylemiş. Yayını ve oklarını alıp ormana girmiş.

Küçük kardeş sabırsızlıkla ağabeylerinin dönüşünü beklemiş. İki günün sonunda, geriye kalan eti bitirmiş. Eğer taze et bulamazsa, açlıktan öleceğini biliyormuş. Bunun üzerine yayını ve oklarını alıp o da ormana gitmiş.

Saatlerce dolaştıktan sonra bir gün küçük bir ırmağa ulaşmış. “Burada av hayvanı bulurum” diye düşünmüş. Akarsuyu sessizce izlemiş ve keskin bakışlarıyla bir tavşan veya bir sincap görmeye çalışıyormuş. Irmak ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla akıyormuş, genç oğlan bir süre daha nehri izlemiş ve ırmak onu yüksek tepeler ile çevrili olağanüstü bir vadiye götürmüş.

Bu vadide dolaşırken tesadüfen başını kaldırıp ırmağı gölgeleyen tepelerin bir tanesine doğru bakmış. Bu tepenin eteğinde, bir mağara görmüş. “Belki mağarada bir av hayvanı bulurum” diye düşünmüş. Düz zeminden ayrılıp mağaranın girişine kadar gidip içeriye bakmış.

İçerisi karanlıkmış, ama genç oğlan çok cesurmuş.. Bir eline sıkıca tuttuğu bir ok almış ve karanlığın içine kendisini bırakmış. Belli bir süre nereye gittiğini görüyormuş; ama girişten uzaklaştıkça, mağara gitgide daha da karanlık oluyormuş. Kısa bir süre sonra hiçbir şey göremez olmuş; ama yine de ilerlemeye devam etmiş. Tepenin göbeğine el yordamıyla yöneldiği için, ayağı yerdeki kocaman bir deliğe girmiş; ve hızla derin bir çukura düşmüş. Düştüğünü... düştüğünü... hissetmiş... nereye bilmiyormuş. Her an dipte, sivri kayalıkların üzerine düşmeyi bekliyormuş, ama şaşkınlık içinde düşmeye devam etmiş...

Ona çok uzun gelen bir sürenin sonunda, oğlan aşağıda çok dipte küçücük bir nokta ışık görmüş. Düşüşü onu bu noktaya yaklaştırdıkça bu ışık gitgide parlıyor ve büyüyormuş... bu aslında çukurun dibinde bir açıklıkmış. Bu açıklığın ardında su varmış; bir göle benziyormuş. Delikten geçerken suya dalmaya hazırlanıyormuş, ama gölün içine düşmüş. Nefesini tutarak oğlan, başı dışarıya çıkıncaya kadar yukarı doğru yüzmüş. Toprak çok yakındaymış ve iyi bir yüzücü olduğu için, kısa sürede kıyıya ulaşmış.

Garip bir ülkeye, bir kumsala gelmiş. Otlar o kadar büyükmüş ki, her sapın çevresinde dolaşması gerekiyormuş! Ve her sap, bir ağaçtan daha yüksekmiş. Çiçekler başının üzerinde yükseliyormuş. Sonunda oğlan bir uçurum olarak algıladığı bir yere gelmiş. Ancak çevresinde dolaşınca... bir ağaç olduğunu fark etmiş. Bu garip ülkede karınca yuvaları bir dağ kadar büyükmüş.

Küçük oğlan hâlâ yayını ve oklarını elinde tutuyormuş ve şimdi temkinli bir şekilde, yüksek otların arasında bir avcı gibi yürüyormuş. Küçük bir tepeye ulaşmış ve tam tepeye tırmanacakken diğer tarafından sesler duymuş. Av bıçağını eline almış ve gürültünün geldiği yöne doğru yavaşça ilerlemiş. Çok dikkatlice bir otun sapının arkasından çıkmış ve işte o zaman kaybolan iki ağabeyini görmüş!

Ağabeyleri çok telaşlı görünüyormuş ve devasa bir ağacın yukarılarındaki dallara bakıyorlarmış. Küçük kardeşleri yanlarına gelip neden bu kadar telaşlı olduklarını sormuş.

“Ağaçtaki şu kocaman hayvana bak” demiş büyük ağabey. “Günlerdir onu öldürmeye çalışıyoruz. Eğer onu öldürüp büyük derisini köye götürmeyi başarsaydık çok saygı görürdük”. Ve bir yandan konuşarak bir yandan da bu etkileyici hayvanın üzerine bir ok fırlatmış.

Küçük kardeş ağacın içine bakmış ve gerçekten de kalın bir dalın üzerinde gizlenmiş vahşi görünümlü bir hayvan görmüş.

Hayvana baktığı sırada, büyük ağabeyinin fırlatmış olduğu ok canavarın kuyruğuna saplanmış. Dev yaratık sağır edici bir çığlık atmış ve bir alttaki dalın üzerine atlamış.

Vahşi hayvan üç kardeşe sert sert bakmış ve çenesini açıp büyük dişlerini göstermiş. Aynı zamanda, yüzlerce mil uzaktan duyulabilecek bir çığlık atmış. İki ağabey de oklarını tüketmiş, bunun üzerine küçük kardeşlerine dönerek, ondan tirkeşini isteyip, içindeki okları teker teker hayvanın üzerine boşaltmışlar.

Bazen oklardan biri bir dala çarpıyor veya canavarın kalın derisinin üzerinde sekiyormuş. Bu arada hayvan homurdanıyormuş ve her seferinde üç kardeşe gitgide daha fazla yaklaşarak, bir alttaki dala atlıyormuş.

Sonunda, tek bir ok kalmış ve yaratık hâlâ canlıymış. O zaman küçük kardeş şunu söylemiş: “Bırakın ben deneyeyim. Belki başarırım”. Son oku almış ve yavaşça alnının hizasına kadar germiş. Çok büyük bir dikkatle hedefe kilitlenmiş ve oku bırakmış. Ok yükselmiş, yükselmiş ve boğuk bir gürültüyle canavarın kalın derisini delip kalbine girmiş!

Dav hayvan, sağır edici bir şekilde gürlemiş, havada ayaklarını çırpmış, dengesini kaybedip yere çakılmış. Ağacın ağır dallarını, sanki örümcek ağıymış gibi, kırarak yuvarlanmış. Oğlanların tam üzerlerine düşmüş... oğlanlar kenara atlayıp üç ot sapının arkasına saklanmış. Canavar boğuk bir gürültüyle sırtüstü düşmüş ve yere çarptığında toprağı titretmiş. Kardeşler çabucak otların saplarının yanından ayrılmış ve dev canavarı incelemek için korku içinde koşuşturmuş.

Daha önce hiç bu kadar iri bir hayvan görmemişler. “Bu günlerce et sağlar” demiş küçük kardeş.

“Bu dev deriyi taşımak için üç kişiden fazla olmayacağız” diye eklemiş büyük ağabey. “Gerçekten büyük avcılarız” demiş üçüncüsü.

Canavarı ayaklarından tutup onu yan yatırmaya çalışmışlar. Çekmişler, çekmişler ve var güçleriyle sonunda dev hayvanı çevirmeyi başarmışlar.

Ne olduğunu zannetmiştiniz?

Bu bir fareymiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder