Kızılderili Masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kızılderili Masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Büyülü Ixtlahuacán Kırallığı (Meksika Masalları)

Büyülü Ixtlahuacán Kırallığı

Güneşli bir günde, genç bir çoban keçilerini otlatmaya çıkmıştı. Kuşluk vakti bir tepeye tırmanıp oradan hayvanlarına bakmak geldi aklına. Yüksekten bakınca Ixtlahuacán Köyü görünüyordu. Genç çoban gözleri dolarak kendi kendine “Bizim ev nerede? Ah işte ta şuradaki mavi boyalı” diyerek oyalanıp duruyordu.

Birden bir gürültü işitti. Başını çevirince bir de ne görsün! Yanı başında pek güzel bir kız durmuyor mu? Boylu boslu, mavi gözlü, sarı saçlı… Öyle güzeldi ki dili tutulan çoban olduğu yerde kalakaldı. Kız konuşmaya başlayınca sesi sirenlerin ezgisiyle yılanların ıslığı arasında bir türkü gibiydi.

“Korkma” dedi, “Sana dokunacağım.

“Olmaz.”

“Senden bana yardım etmeni istiyorum.”

“Ben sana nasıl yardım edebilirim ki?”

“Çok kolay. Bak, ben Ixtlahuacán Kırallığı’nın ecesiyim. Ama benim ülkeme büyü yaptılar. Sen beni kilisenin kapısına kadar sırtında taşırsan büyü bozulacak. O zaman sen hem benim eşim, hem de ülkenin efendisi olacaksın.”

Genç adam biraz düşünüp, “olur” dedi.

“Ne kadar iyisin!” diye sevindi güzel kız, “Ama önce seni bir konuda uyarmalıyım. Yol boyunca başını çevirip bana bakmayacaksın, ta kilisenin kapısına varana dek. İnsanlar sana ne söylerse söylesin aldırmayacaksın.”

Genç adam kızı sırtına alıp köye doğru yola koyuldu. İlk evlere ulaştıklarında karşılarına çıkanlar hemen uzaklaşıp korkulu gözlerle çobana bakıyordu. “Bu boynuna dolanmış zehirli yılanla nereye gidiyorsun” diye çığlık attı çocuklardan biri.

Genç çoban bunun bir şaka olacağını düşünerek yoluna devam etti. Ama az sonra rastladıkları bir başkası da aynı şeyi söyleyince, genç çobanın korku girdi içine. İyice de meraklandı.

Kiliseye varmasına birkaç metre kalmıştı ki, dayanamayıp başını çevirince, dişleri arasından keskin ıslıklar çıkaran dev bir yılan görüvermez mi karşısında! Korkunç dilini sağa sola oynatıyordu. Genç adam on hızla yılanı boynundan çözüp olabildiğince uzağa fırlatıp attı. Yılan yere düşer düşmez silindi gözden.

İşte bu nedenle, kurtulamadı büyüden Ixtlahuacán Kırallığı.

(Derleyen : Maria Angelica Bautista Guerra
Yöre : Las Higueras de Sta. Rosa, Mplo. De Ixtlahuacán, Colina.)
(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

Güvercinin Üzüntüsü (Meksika Masalları)

Güvercinin Üzüntüsü

Günlerden bir gün güvercinin biri tatlı tatlı şakıyorken bir sincap yaklaşıp ona dedi ki: “Ah, anacığım bir bilsen… sel geliyor.”

“Gerçek mi” dedi güvercin.

“Gerçek ya. Ben senin yerinde olsam yavrularımı öldürürüm.”

“Yavrularımı öldürmemi nasıl söylersin” diye güvercin çok kızdı.

“Onları suda çırpınarak boğulmaya mı bırakacaksın?”

Sincap böyle diye diye zavallı güvercini iyice etkiledi. Sonunda onu yavrularını öldürmesi gerektiğine inandırdı.

Ağlaya ağlaya vurup öldürdü güvercin tek tek yavrularını. Sonra da oturup beklemeye başladı sel basmasını. Ama günler geçti, sel mel yok ortada.

O zaman anlayıverdi sincabın onu nasıl da aldattığını.

Bu yüzden, o gün bu gündür, zavallı ana güvercinin acıklı türküsü her yanda işitilir:

“Cu úc tu tusen. Cu úc tu tusen”.

“Sincap beni kandırdı, sincap beni kandırdı.”

(Derleyen : Carlota Ac Haas
Bildiren : Severa Ku López
Yöre : Nunkini, Campeché)
(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

Küçük Kömürcü İle Hayvanları (Meksika Masalları)

Küçük Kömürcü İle Hayvanları

Bir zamanlar bir küçük kömürcü varmış. Görevi köydeki kadınların yemek pişirmesi için kömür yapmakmış. Çünkü o yerlerde öyle gaz maz bulunmazmış.

Onu bir an yalnız bırakmayan köpeği ile yaptığı kömürü taşıyan eşeciği yanında, her allahın günü dağa gidermiş.

Kömür yapmak için birçok yeşil dal keser, tepe tepe yığar, kurutur, yanacak duruma getirirmiş.

Her sekiz günde bir köye yeterince kömür taşır, yükünü satar, iyi para kazanırmış. Kömürü evlere tek tek dağıtırmış. Evlerdeki hanımların çoğu yemeği ya kömürle ya da kuru odunla pişirirmiş.

Günler böyle geçip gidiyorken yağmur mevsimi gelmiş. Yağmur yağınca yollar çamur olur, eşeciğin yürümesi güçleşirmiş. Hele yokuşları tırmanırken çok sıkıntı çekermiş.

Derken bir gün gelmiş, yolun kötülüğünden eşecik bir tek adım atamaz olmuş. Kömürcü onu saplandığı bataktan çıkarmak için sopayla vurmaktan başka çare bulamamış.

Bu durum her gün böyle yineleniyormuş: Eşecik çamura bakıyor, sahibi de umarsız kalıp, bacağına kafasına her yerine vuruyormuş sopayı.

Arada bir, hayvancağız çamurdan çıkmak için var gücüyle çabalarken, nereden geldiği belli olmayan bir ses işitiyormuş efendisi:

“Bu hayvana böyle vurma, gün gelir şaşa kalırsın.”

Ama kömürcü yine de çamurdan çıkana dek vurup dururmuş eşeğine.

Derken gene böyle bir gün hayvan çamura batmış çıkamıyormuş. Yükü çok ağırmış.

Sahibiyse vuruyor da vuruyormuş sopayı. Birden eşek dile gelip kalın bir sesle demiş ki:

“Sahibim, n’olur bana vurma artık!”

Bunu işiten kömürcü ok gibi fırlayıp ta tepeye dek seyirtmiş köpeğiyle birlikte.

“Aman Allah” diye inlemiş, “Ömrümde duymamıştım eşeğin konuştuğunu.”

Köpecik de ince sesiyle yanıtlamış:

“Ben de duymamıştım.”

Adam bunu işiter işitmez… pırrr.. soluğu evde almış. Yüzü kıpkırmızı ateş gibi yanıyormuş.

“Ne var, ne oluyor” demiş karısı.

Küçük kömürcü bin güçlükle olanları anlatmış.

Karısı sezinlemiş işin aslını, eşeciğin yaralarını görmeye gitmiş hemen. Hayvanlarımıza iyilikle davranmamış gerekir. Onları hiçbir zaman dövmemeliyiz, onlara iyi yiyecekler vermeliyiz, hep güçlü, sağlıklı olsunlar diye.

Kömürcü böylece yanlışını anlamış. Bir daha eşeğini hiç dövmemiş, ona kötü davranmamış. Ama bir soru hâlâ kafasında döner dururmuş: “Önceden işitip de aldırmadığım o ses, acaba kimin sesiydi?”

(Derleyen : Norberto Cruz Tinajero
Bildiren : Sergio Cruz Cruz
Yöre : Escarcega, Campeché.)
(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

Aluxlar’la Dzitbalché (Meksika masalları)

Aluxlar’la Dzitbalché

Derler ki, anımsanmayacak kadar eski zamanlarda, dağlarda mısır tarlalarını korusunlar diye “alux”lar yaratıldı. Şimdiyse çok başka öyküler söyleniyor onlar üzerine.

Kimileri de çocuk kaçıran hmenesler’e benzetir onları. Neyse… Biz yine dönelim anlatımıza.

Gerçekte onların, kimsenin bilmediği “çok eski” adamlarca, k’at (pişmiş toprak) ile zeki, güçlü ve cesur bir hayvanın kanı karıştırılarak yaratıldıklarına inanılır çoğu.

Çok çevik, çok tetik oldukları söylenir, çünkü oradaki çeşitli hayvanlardan alınan parçaların birleşmesinden oluşmuştur bedenleri. Bacakları ise gelmiş geçmiş en hızlı geyiklerden alınmadır.

Üstelik bir alux öldüğünde ufacık bir oyuncak bebek gibi olur, derler. İşte o zaman tarlaların derinliklerine taşıyıp bir ağacın dibine koyarlar. Orada ona soğuk su ile “han li cool’den” (dağ yemeğinden) oluşan sunular getirirler.

Süresi bitince oyunca bebek gizemsel bir biçimde ortadan yok olur. Bu iş böylece sona erdiğinde alux gerçek yaşamına kavuşur.

Alux’un Dzitbalché ile ilişkisinin ne olduğu pek iyi bilinmiyor. Oysa anlatırlar ki, çok süreler öncesi Potochán’dan Mayaca ve Lacondanca konuşan birileri gelmiş, bunlar Xmay-Keken (Domuz tırnağı) denen San Mateo yöresine yakın bir yere yerleşmişler.

Belki de su bulamadıklarından, sonra Noh Cah’a (Pueblo Grande’ye) göç etmek üzere oradan ayrılmışlar. Bugün bu yöreye San Feliciano deniyor. Böylece Dzitbalché’ye gelene dek bir yerden bir yere göçüp durmuşlar. Dzitbalché, bu adı ola ki o yöredeki tek ağaç olan balche* ağacından alır. Bu ağaçtan çıkarılan özü hmen’ler arı balı ile mayalayıp şaraba çevirir.

Biz yine konumuza dönüp, hmen’lerden ve onların alux’larla olan garip ilişkilerinden söz edelim.

Hmen’ler yöre insanlarını iyi tanıyan, onların geleneklerini, yaşamlarını iyi bilen papazlardır.

Mayaca’yı olağanüstü biçimde, herkesten daha hızlı konuşurlar. Ham-li cool törenlerine katılıp alux’lara soğuk su hazırlarlar. Öyle, garip hastalıkları olanları da iyileştirirler ayrıca.

Ama… bu hmenler bunca bilgiyi kimden öğrenmiş olabilirler ki?

Yine, kimileri daha neler de neler anlatır: Bu aluxlar yolu dağa düşen çocukları karşı duramayacakları büyülerle çekip götürürmüş. Ca-cab ya da aluxlarevi dedikleri yere.

Ca-cab’da büyücülük ya da gizli başka marifetler öğretirlermiş, sonradan gidip insanların arasında uygulasınlar diye.

Çocuk büyüdüğü zaman, bu aluxlar onu geriye, ilk buldukları yere getirip, “hmen” olarak salıverirlermiş.

Kimileri cesaretlerini toplayıp bu hmenlere giderek, tüm bu bilgileri nereden öğrendiklerini sormuş. Ama kesin olan o ki gerçek bir hmen bu sırrı asla söylemez. Çünkü söylerse aluxların iyileşmez bir hastalık verip onu öldüreceğini bilir.

* Balche ağacı : İspanyolca sözlüklerde bilinmeyen bu ağaç, bir çeşit kaktüs ya da tropik bitki olmalı, çevirenin notu)

(Derleyen : Gilberto Cli Caamal
Bildiren : Maria Juvencia Che Chi
Yöre : Dzitbalché, Mplo. De Calkini, Campeché.)
(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

İki Ayaklı

İki Ayaklı

Maya Düzlüğü’nü dolduran hayvanlar arasında, Balam adlı bir kaplancık bulunurdu.

Balam bir kovukta doğdu, annesi onu canı gibi severdi, üzerine titrer ona gereksindiği her şeyi verirdi.

Büyüyünce güzel, güçlü, çevik bir kaplan oldu, kendine güveni geldi. Bir gün annesine dedi ki: “Dış dünyaya çıkmak istiyorum, çünkü artık büyüğüm, güçlüyüm.”

Şefkatle ona bakan annesi yanıt verdi: “Daha gençsin. Hayatta her şey güçle elde edilmez. Kendin gibi olan hayvanlara karşı kendini savunabilirsin, bu gerçek, ya da seni öldürmesinler diye onlardan kaçabilirsin. Ama daha tanımadığın bir hayvan var. Ona “Ca’dzit ok” ya da “İki Ayaklı” derler. Gerekirse cesaretle ona direnebilir, karşı koyabilirsin. Ama, sen sen ol, sakın onu arama!

“Bu Ca’dzit çok büyük müdür” diye sordu Balam.

“Boy pos olarak pek değil” dedi annesi.

“Ben onu yenerim” dedi.

“Sakın oğlum ona yaklaşma” diye diretti annesi.

Sonunda bir sabah Balamcık macera aramaya karar verdi. Annesine söylemeden dünyayı dolaşmaya çıktı.

Tek düşündüğü şu tanımadığı Ca’dzit ok idi.

Gide gide bir geyiğe rastladı.

“Sen Ca’dzit ok musun” diye sordu.

“Hayır” dedi geyik, ben ondan uzak olmaya çalışırım, onunla karşılaşmayı hiç istemem.

“Sen bir korkaksın” dedi kaplan, sonra bir pençe vuruşuyla onu öldürdü.

Yoluna devam etti. Derken ormanın bir aralığında sarıkuş Kambul ile karşı karşıya geldi.

“İki Ayaklı sen misin” diye sordu.

“Hayır” dedi Kambul, “değilim”. “Onu ne diye arıyorsun ki?”

“Çok güçlü olduğumu, cesurlukta kıral olduğumu göstermek için” dedi Balam.

“Ondan uzak dur” diye diretti kuş, “onu yenemezsin.”

“Sen zayıfsın, Kambul” dedi Balam, sonra bir pençe vuruşuyla onu öldürdü.

Yürümeyi sürdürdü, sonra sanki kader yol gösteriyormuşcasına, başka bir hayvan daha çıktı karşısına. Garip bir yaratıktı, güçsüz görünüşlüydü. Öyle zayıftı ki, korunmak için giysilere bürünmüştü. Pek de ağır ağır yürüyordu, yürüyüşü dengesizdi; çünkü yalnızca iki ayağını kullanmaktaydı.

“Sen Ca’dzik ok musun” diye sordu kaplan yavrusu.

“Evet Balam, ben oyum.”

Kendine çok güvenerek kahkahayı attı kedigil.

“Benim senden mi kaçmam gerekiyor? Bir fiske vursam işin biter.”

Sözlerini uzatarak:

“O denli güçsüzsün ki, şu elimdeki kara papaya* sopası ile kendine yol açmasan yürüyemiyorsun bile, kemiklerin incinmesin diye gövdeni örtüye sarmışsın, ayaklarını da deriyle kaplıyorsun.”

Sonra da ekledi:

“Her neyse, ben seni öldüreceğim. Ama işte sana son bir frsat veriyorum, istediğin ölüm biçimini seç.”

“Cesur ve gururlusun” dedi iki ayaklı. Ama senin meydan okumanı kabul ediyorum. Haydi sırt sırta verelim, onar adım uzaklaşalım. Sonra geriye dönüp saldırıya geçelim.”.

“Olur” dedi kaplan, “böylece daha çok gerilip üstüne daha güçlüce atlarım.”

Kırsal alanın arı yeşilliği içinde Ca’dzit ok ile Balam arasında başlayacak garip düelloya tanık olmak isteyen bir dolu hayvan kafası dikiliverdi birden. Uzaktan kuşların cıvıltısı işitiliyordu.

Sırt sırta veren düellocular yürümeye başladılar, ıslak toprak üzerinde attıkları her adım ses çıkarıyordu.

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on.

Balam hızla kendini iki ayaklıya karşı fırlatır fırlatmaz bir ateş topu ile çarpıştı. Katı ve sıcak bir şeye vurduğunu duyumsadı.

Ortalığı kaplayan dumana karşın, besbelli görülüyordu ki, o papaya dalı gerçekte ateş saçan bir tüfekti.

Kötü yaralanmış olan kaplan yavrusu tüm gücünü toplayıp rüzgarda uçuşan bir ruh gibi kaçtı.

Annesinden işittiği sözlerin yankısı da uçuşuyordu onunla birlikte:

“Ca’dzik ok’a sakın bulaşma!”

(Derleyen: Clara Mireva Chi Ac
Yöre: Nunkini. De Caikini, Campeche.)
*Papaya (ağacı) : Amerika kıtasında bulunan, muza benzer meyve veren bir ağaç.
(Meksika Masalları, Okyanus yayınları)

Hayalet Dansçıları

Hayalet Dansçıları

Biz uzun yıllar önce bu topraklarda mutlu ve barış içinde yaşıyorduk -Kutsal Toprak Ana’mızın bize verdiği tüm kardeşlerimizle- İhtiyacımız olanı tüketip hırsımız ve çıkarımız uğruna hiçbir şeye zarar vermiyorduk. Kızıl yüreklerimiz huzurlu ve mutlu çarpıyordu ve tanrımıza her sabah kalktığımızda şükrediyorduk, bir gün daha kutsal Wakan Tankayı (güneş) karşıladığımız ve gördüğümüz için.

Bu şekilde atalarımız bu özgür ve bakir topraklarda mutlu ve huzur dolu, dünayanın varoluşundan buyana yaşıyorlardı.

Bir gün büyücülere Kutsal Ana’mızdan babamız Wakan Tanka’dan kötü sinyaller gelmeye başladı, halkım bunun ne olduğunu anlayamıyor anlamak istemiyordu.

Bu bekleyiş uzun sürmedi. Büyük su bir gün delice kabardı, kabardı ve patladı. Gök bulutlarla kaplandı ve milyonlarca yıldız üzerimizden korkunç gürültülerle akmaya başladı.

Bu korkunç olay sonrası büyük sudan gelen büyük sandaldan o insanlar geldi, Sizin atalarınız! Gözlerindeki korku, açlık ve merak, yardıma ihtiyaçları olan perişan halleri; atalarımın onlara yardım etmesini gerektiriyordu ve onların ilk gelen reislerine uzatılan yardım eline onlar uzun demirle karşılık verdi. Büyük reisimiz, bir an elinde keskin bir acı hissetti.

Avucunu açtığında kızıl kanının çılgınca aktığını gördü, ruhunun gözü açıldı. O an her şeyi anlamıştı ve geleceği gördü. Bunu halkına anlatması imkansızdı. Onların hayallerini, umutlarını yıkamazdı. Bunlar, mutlu ve huzurlu hayatlarını bitirmek için gelen ve istilaları sonsuza dek sürecek aç gözlü istilacı beyazların atalarıydı. Geleceklerdi hep ve sonsuza dek.

Kan gördü, kızıl kan, binlerce cansız beden kadın, çocuk, savaşçı ve asker. Kutsal Buffalo’nun soluğunu hissetti, beyaz bulutların nasıl kızıla dönüştüğünü ve bugüne dek dünya değiştirmiş savaşçıların ruhlarının dolaştığını gördü.

Kötüydü belki çok kötü ama içlerindeki özgürlük arzusunun asla sönmeyeceğini ve savaşacaklarını gördü.

Yüzünde bir tebessüm belirdi, akan kızıl kanı bir bulut olarak gökyüzüne bir kartalın kanadında yükseldi. Ogün orada olanlar ve bugün burada olan bizler evet bu çekirge sürüsü her şeyi yedi bitirdi. Yok etmeye de devam ediyor ama kızıl yüreklerdeki huzur ve bir gün her şeyin düzeleceğine olan inanç asla sönmedi ve de sönmeyecek.

Bir gün dünya değiştirmiş olan savaşçılarımız bu ihtiyar anamızı kurtarmak için gelecekler.

Gökkuşağının kutsal savaşçıları ve hayalet dansçıları buna inanıyor.

Geronimo L. E.

Barış Çubuğunun Hikayesi

Barış Çubuğunun Hikayesi 

 İki izci büyük bir tepe üzerinde kamp yapmışlar. Uzaktan gelen bir şey fark etmişler. O tarafa doğru gittiklerinde bunun güzel bir bayan olduğunu görmüşler. İçlerinden birinin aklına kadın ile ilgili aklına kötü düşünceler gelmiş ve arkadaşına açıklamış.

“Saçmalama bence bu gelen kadın çok kutsal” biri demiş. Kadın karşılarına dikilince ikisi de bu güzellik karşısında afallayıp kalmışlar.

Kadın kötü düşünceleri olan adama dönüp “Senin istediğin şey olacak beni takip et” demiş. Adam kadının peşinden gitmeye çalışırken üzerine bir bulut çökmüş. Bulut kalktığında adam iskelete dönüşmüş. Kadın arkadaşının ölümü ile şok geçiren kişiye dönüp “yarın akşam kabilenize geleceğim hazır olun” demiş.

Hayatta kalan kişi kabileye dönüp hemen herkese haber vermiş ve hazırlıklar başlamış. Akşam olunca güzel kadın ortaya çıkmış ve demiş:

“Görünür bir nefesle yürüyorum ben.
Bir ses gönderiyorum yürürken ben.
Kutsal bir biçimde yürüyorum ben.
Görünür izlerle yürüyorum ben.
Kutsal bir biçimde yürüyorum ben.”


Kadın bu sözleri söyledikten sonra kabilenin reisine bir pipo hediye etmiş. Piponun üzerinde bir dana resmi varmış ve birbirine sıkıca sarılıp bağlanmış 12 kartal tüyü varmış.

Kadın tekrar herkese dönüp “Buna iyi bakın, çünkü bunun yardımı ile bu topraklarda çoğalacak ve iyi bir millet olacaksınız. İyilikten başka hiçbir şey görmeyeceksiniz. Bundan dolayı bu pipo her zaman için iyi insanların elinde olsun. Bunu kullanan iyi insanlar onu görme hakkına sahip olacak ancak kalbi kötülüklerle sarılı olan insan hiçbir şey göremeyecek”. Bu pipoyu alan kişinin adı Soylu Boş Boynuzmuş ve Siyu kabilesindenmiş.

Kadın onlara pipo yardımı ile Ruhlarla iletişime nasıl geçileceğini göstermiş. Bu kadın gerçekte beyaz bir yaban sığırıymış. Bu yüzden Kızıl Derili halkı arasında Beyaz Yaban Öküzlerine saygı duyulur. Kadın bu piponun tüm dertlerine deva olacağını söylemiş.

Aç kaldıkları zaman bu pipo ile Büyük Ruh’a ibadet etmelerini söylemiş. Böylece toprak verimleşecek ve hayvanlar tekrar otlamaya başlayacakmış. Pipo bazı zamanlar uzamaktaymış, bu sorunlu zamanların bir göstergesiymiş. Pipo kısalırsa, iyi zamanların göstergesiymiş.

Cennette Avlanma



Cennette Avlanma 
  
Kızılderili Masalları


Bir zamanlar, ormanda birlikte yolculuk eden bir adam ile bir kadın varmış. Hiç beklenmedik bir anda, vahşi hayvanlar üzerlerine saldırmış. Bir ayı, adamı yakaladığı gibi, bir lokmada mideye indirmiş. Başka bir iri hayvan da, kadını yiyip bitirmiş. Vahşi hayvanlar, çiftin yeni doğmuş çocuklarına ise, dokunmamışlar bile.

Kısa bir süre sonra oradan geçmekte olan bir kadın, çocuğu ağaçların altında yapayalnız yatarken görmüş ve çok şaşırmış. Annesiyle babasının, nerede olabileceklerini merak etmiş ve çevreyi aramaya koyulmuş. Ancak, ikisinin de orada olmadıklarını anlayınca, çocuğu almış ve kendi evine götürmüs.

Oğlan, sağlıklı bir biçimde yaşıyor; ancak, hiç büyümüyormuş. Gerçekten, çok güçlü bir genç adam olmuş ; ama gövdesi, hala eskisi gibi ufacıkmış. Bir çocuğun görünüşüne sahip olsa da, büyük ağaçları tutup, köklerinden sökebiliyormuş. Adi Jackabeck'miş.

Yaptığı ilk is, annesiyle babasını yiyen vahşi hayvanları bulup öldürmek olmuş. Bir tanesinin midesinden, babasının sakalından bir tel; diğerininkinden ise; annesinin saçından bir tutam çıkmış ve böylece Jackabeck, ailesinin gerçek katillerini öldürdüğünü anlamış. Olağanüstü gücünün yani sıra, Jackabeck'in gizemli bir gücü de varmış. Nefesini neye üflese, garip bir tür sihir sayesinde; ne dilemişse o şeye dönüşüyormuş.

Bir zaman sonra, cennete gidip orada neler olduğunu görmeye karar vermiş. Bunun için, yüksek bir ağaca tırmanmaya başlamış. Tepesine vardığında, nefesini ağaca üflemiş ve ağacın boyu, bir anda çok uzamış. Jackabeck, tırmanmaya devam etmiş; ağacın tepesine vardığı her seferinde, nefesini üflüyor ve daha yukarılara çıkıyormuş. Jackabeck, böylece, tırmana tırmana cennete ulaşmış.

Vardığı yerde, hazlarla dolu bir ülke bulmuş. Yemyeşil çayırlar, güzel ağaçlar ve çiçekler varmış; burada her şey birbirinden büyüleyiciymiş. Çevreyi gezdikten sonra, gördüklerini kız kardeşine anlatmak üzere, ağaçtan aşağıya inmeye başlamış. Daha sonra, kız kardeşini de yanına alıp, buraya geri dönmeye ve sonsuza dek burada yasamaya karar vermiş. İnerken, arada durup; yukarıya kız kardeşiyle birlikte tekrar çıkarken, durup dinlenebilsinler diye, ağacın dallarına küçük kulübeler yapmış.

Yere inip, kız kardeşine gördüklerini anlatınca; kardeşi, ilkin, ona katılmaya istekli görünmemiş. Çünkü, kızcağız, bu denli yüksek bir ağaca çıkmaktan korkuyormuş. Ama Jackabeck, ne yapıp edip, kardeşini inandırmış ve birlikte, cennete doğru yola çıkmışlar. Kız kardeşi ve son anda yanına almaya karar verdiği oğlu önden; Jackabeck de, bu ikisinin düşme tehlikesine karşı önlem olarak, arkalarından, ağaca tırmanmaya başlamış. Yoruldukça mola veriyor ve Jackabeck'in, inerken yaptığı kulübeciklerde dinleniyorlarmış. Cennete vardıklarında, Jackabeck; başka insanların da yukarı çıkmalarını engellemek için, aşağıya eğilerek, ağacın gövdesinin üst kısmındaki dalları kesmiş.

Jackabeck, bir süre kız kardeşiyle birlikte, cennetin güzelliklerinin keyfini çıkarıp, mutlu ve güvenli bir şekilde, buraya varışlarını kutladıktan sonra; yeryüzünde yapmaya alışık oldukları üzere, birkaç hayvan yakalarım umuduyla, ormana kapan kurmaya gitmiş.

Ertesi sabah, neler yakalamış olduğunu görmek için yeniden ormana giden Jackabeck; kapanlardan birine yakalanıp, kıvranan bir ateş topu görmüş. Öyle parlak, öyle sıcakmış ki; Jackabeck yanına gitmeye cesaret edememiş ve bu mucizeyi haber vermek için hemen kız kardeşinin yanına koşmuş. "Kardeşim" demiş, "Kapanlarımdan birinde, kocaman bir ateş topu var; öyle sıcak ki yanına yaklaşamıyorum". "Ah Jackabeck" demiş kız kardeşi, "Güneşi yakalamış olmalısın. Geceleyin kaygısızca dolaşırken, senin kurduğun kapana kısılmış olmalı. Git ve olabildiğince çabuk serbest bırak onu.!"

Bunun üzerine Jackabeck geriye dönmüş. Ancak güneş; hem çok yakıcı olduğu için hem de gözlerini kamaştırdığından, yanına sokulup kapanı açamamış. Ne yapacağını bilemez bir halde etrafına bakınırken, küçük bir fare görmüş ve nefesini üstüne üfleyerek hayvani sıcağa karsı koyabilecek ve kapanı açabilecek kadar iri ve güçlü bir yaratığa dönüştürmüş. Güneş de böylece yakalandığı kapandan kurtulmuş.