hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cennette Avlanma



Cennette Avlanma 
  
Kızılderili Masalları


Bir zamanlar, ormanda birlikte yolculuk eden bir adam ile bir kadın varmış. Hiç beklenmedik bir anda, vahşi hayvanlar üzerlerine saldırmış. Bir ayı, adamı yakaladığı gibi, bir lokmada mideye indirmiş. Başka bir iri hayvan da, kadını yiyip bitirmiş. Vahşi hayvanlar, çiftin yeni doğmuş çocuklarına ise, dokunmamışlar bile.

Kısa bir süre sonra oradan geçmekte olan bir kadın, çocuğu ağaçların altında yapayalnız yatarken görmüş ve çok şaşırmış. Annesiyle babasının, nerede olabileceklerini merak etmiş ve çevreyi aramaya koyulmuş. Ancak, ikisinin de orada olmadıklarını anlayınca, çocuğu almış ve kendi evine götürmüs.

Oğlan, sağlıklı bir biçimde yaşıyor; ancak, hiç büyümüyormuş. Gerçekten, çok güçlü bir genç adam olmuş ; ama gövdesi, hala eskisi gibi ufacıkmış. Bir çocuğun görünüşüne sahip olsa da, büyük ağaçları tutup, köklerinden sökebiliyormuş. Adi Jackabeck'miş.

Yaptığı ilk is, annesiyle babasını yiyen vahşi hayvanları bulup öldürmek olmuş. Bir tanesinin midesinden, babasının sakalından bir tel; diğerininkinden ise; annesinin saçından bir tutam çıkmış ve böylece Jackabeck, ailesinin gerçek katillerini öldürdüğünü anlamış. Olağanüstü gücünün yani sıra, Jackabeck'in gizemli bir gücü de varmış. Nefesini neye üflese, garip bir tür sihir sayesinde; ne dilemişse o şeye dönüşüyormuş.

Bir zaman sonra, cennete gidip orada neler olduğunu görmeye karar vermiş. Bunun için, yüksek bir ağaca tırmanmaya başlamış. Tepesine vardığında, nefesini ağaca üflemiş ve ağacın boyu, bir anda çok uzamış. Jackabeck, tırmanmaya devam etmiş; ağacın tepesine vardığı her seferinde, nefesini üflüyor ve daha yukarılara çıkıyormuş. Jackabeck, böylece, tırmana tırmana cennete ulaşmış.

Vardığı yerde, hazlarla dolu bir ülke bulmuş. Yemyeşil çayırlar, güzel ağaçlar ve çiçekler varmış; burada her şey birbirinden büyüleyiciymiş. Çevreyi gezdikten sonra, gördüklerini kız kardeşine anlatmak üzere, ağaçtan aşağıya inmeye başlamış. Daha sonra, kız kardeşini de yanına alıp, buraya geri dönmeye ve sonsuza dek burada yasamaya karar vermiş. İnerken, arada durup; yukarıya kız kardeşiyle birlikte tekrar çıkarken, durup dinlenebilsinler diye, ağacın dallarına küçük kulübeler yapmış.

Yere inip, kız kardeşine gördüklerini anlatınca; kardeşi, ilkin, ona katılmaya istekli görünmemiş. Çünkü, kızcağız, bu denli yüksek bir ağaca çıkmaktan korkuyormuş. Ama Jackabeck, ne yapıp edip, kardeşini inandırmış ve birlikte, cennete doğru yola çıkmışlar. Kız kardeşi ve son anda yanına almaya karar verdiği oğlu önden; Jackabeck de, bu ikisinin düşme tehlikesine karşı önlem olarak, arkalarından, ağaca tırmanmaya başlamış. Yoruldukça mola veriyor ve Jackabeck'in, inerken yaptığı kulübeciklerde dinleniyorlarmış. Cennete vardıklarında, Jackabeck; başka insanların da yukarı çıkmalarını engellemek için, aşağıya eğilerek, ağacın gövdesinin üst kısmındaki dalları kesmiş.

Jackabeck, bir süre kız kardeşiyle birlikte, cennetin güzelliklerinin keyfini çıkarıp, mutlu ve güvenli bir şekilde, buraya varışlarını kutladıktan sonra; yeryüzünde yapmaya alışık oldukları üzere, birkaç hayvan yakalarım umuduyla, ormana kapan kurmaya gitmiş.

Ertesi sabah, neler yakalamış olduğunu görmek için yeniden ormana giden Jackabeck; kapanlardan birine yakalanıp, kıvranan bir ateş topu görmüş. Öyle parlak, öyle sıcakmış ki; Jackabeck yanına gitmeye cesaret edememiş ve bu mucizeyi haber vermek için hemen kız kardeşinin yanına koşmuş. "Kardeşim" demiş, "Kapanlarımdan birinde, kocaman bir ateş topu var; öyle sıcak ki yanına yaklaşamıyorum". "Ah Jackabeck" demiş kız kardeşi, "Güneşi yakalamış olmalısın. Geceleyin kaygısızca dolaşırken, senin kurduğun kapana kısılmış olmalı. Git ve olabildiğince çabuk serbest bırak onu.!"

Bunun üzerine Jackabeck geriye dönmüş. Ancak güneş; hem çok yakıcı olduğu için hem de gözlerini kamaştırdığından, yanına sokulup kapanı açamamış. Ne yapacağını bilemez bir halde etrafına bakınırken, küçük bir fare görmüş ve nefesini üstüne üfleyerek hayvani sıcağa karsı koyabilecek ve kapanı açabilecek kadar iri ve güçlü bir yaratığa dönüştürmüş. Güneş de böylece yakalandığı kapandan kurtulmuş.

Salyangozun Hayatı

Salyangozun Hayatı

Bir zamanlar Mississippi nehrinin kıyısında bir salyangoz yaşarmış. Salyangozun hayatı dingin ve huzurluymuş; ta ki bir gün bir sel baskını sonucunda nehrin suları kabarıp, zavallı hayvancık boğulma tehlikesiyle karsı karsıya kalana dek. Salyangoz canini kurtarmak için, can havliyle bir kütüğe tırmanmış ve akıntıya kapılan ama batmayan kütüğün üstünde nehrin aşağısına doğru sürüklenmiş.

Bir süre sonra kütük kıyıya vurmuş ve salyangoz sürünerek karaya çıkmış. Ancak sert bir zemin bulmayı umduğu kıyıda, kendisini çamur ve yosunların arasında buluvermiş. Bu yumuşak yüzeyde, daha azıcık ilerleyemeden, güneş çıkmış ve salyangoz, günesin sıcaklığıyla kuruyan çamurun içinde adeta kavrularak sıkışıp kalmış.

Salyangoz, sıkıştığı yerden kurtulabilmek için bir süre çabalamış çabalamasına ancak sonunda açlıktan baygın, yorgunluktan bitkin düşmüş. Tam çaresizlik ve umutsuzlukla teslim olmak üzereyken garip bir şekilde değişim geçirmeye başlamış. Bir yandan da dehşetengiz bir hızla büyüyormuş. Gövdesinin alt kısmından bacaklar çıkarken üst kısmında da bir kafa ve kollar oluşuyormuş. Kısacası, salyangoz kendini bir insana dönüşürken bulmuş.

Değişim çok geçmeden tamamlanmış ve az önce bir salyangoz olan yaratık , kusursuz bir insan formunda, nehrin kıyısında ayakta duruyormuş. Ancak bir deri bir kemik olan bu çelimsiz insan, eski gövdesiyle hissettiğinden daha açmış. Hatta, açlıktan ölmek üzereymiş. Açlığı bir yana, çırılçıplakmış ve uzuvları; bu halde korumasız bir şekilde tüm fiziksel etkilerine açıkmış. Çevresine şöyle bir bakınca havada uçuşan kuşlar ve etrafında gezinen başka hayvanlar görmüş. Ancak onlardan yiyecek ve giyecek elde etmek için ne yapması gerektiğini bilmiyormuş.

Derken, uzakta Yüce Ruh görünmüş ve ona adıyla seslenmiş. Bu güçsüz ve yardıma gereksinim duyan insana karşı, sesinde iyi ve sevecen bir ton varmış. Yüce Ruh, ona bir yay ve bir ok vererek, bunlarla nasıl geyik avlanacağını öğretmiş. Geyik öldüğünde etinin nasıl lezzetli ve besleyici bir yiyecek olabileceğini göstermiş. İnsan, eti pişirip yedikten ve böylece açlığı bastırdıktan sonra, Yüce Ruh ona; yakında soğuk rüzgarların ve yağmurların geleceğini ve kendini bunlardan koruyabilmek için giyeceğe gereksinimi olduğunu söylemiş ve öldürdüğü geyiğin derisinden giysi dikmeyi öğretmiş.

Yüce Ruh, insanın boynuna ucunda bir deniz kabuğu bulunan bir kolye geçirerek; bunun, yaratılmış tüm diğer hayvanlar üzerindeki otoritesinin, bir göstergesi olduğunu söylemiş. Yüce Ruh, sonra da ortadan kaybolmuş. Bunun ardından, insan gezinip dolaşırken, bir kunduz ile karsılaşmış ve boynuna, Yüce Ruh'un astığı deniz kabuğu kolyesini göstererek; kunduza,kendisine boyun eğmesini emretmiş. Ancak kunduz, basitçe bu buyruğa uymaktansa; insanı yasadığı inine götürmüs. İnsan, kunduzun ininde, karisi ve çocukları tarafından çok iyi karşılanmış ve çevresini dikkatlice gözlemleyerek, kendisine nasıl bir ev yapabileceğini tasarlamış.

Bu arada, kunduzun kızına aşık olan insan, ona evlenme önerisinde bulunmuş. Önerisi kabul görmüş ve hemen evlenmişler. Düğün töreni görkemliymiş. Gökteki tüm kuşlar ve ormandaki tüm hayvanlar düğüne davetliymiş. Şenlikler ve kutlamalar bir harikaymış. İste, tüm insan ırkları, bu birliktelikten dünyaya gelmiş.

Bu söylenceyi anlatan ve gezginin anlattıklarını kaydetmesine izin veren anlatıcı, sözlerini söyle tamamlamış: Diğer öyküler içinde bir tanesi vardır ki; o öykü, mutlu ve kendinden hoşnut bir yaradılışa sahip olmanın değerini anlatmaktadır.

Alcatraz Kuşkucusu

Alcatraz Kuşkucusu

San Francisco Körfezi'nde, kıyıdan iki mil açıktaki adaya 5 Ağustos 1775'te ayak basan İspanyol seyyah Ayala, buraya Pelikan Adası anlamına gelen "Isla de Alcatraces" adını koyar. İspanyol seyyahın böyle bir ad koymasının nedeni adada gördüğü pelikanlar olabilir.

Kimi Kızılderili kabilelerinde de, doğum sonrasında çadırdan çıkan baba, gördüğü ya da duyduğu ilk şeyin adını çocuğa koyar: Avın peşinde koşan bir tilki, çalıların arasında uyuyan bir tavşan, oturan bir boğa, çakan şimşek ya da gök gürültüsü!..

Alcatraz Adası'na beyaz adamın elinin değdiği ilk yapıyı Kaliforniya'nın Meksikalı Valisi Pio Pira yapmak ister. Bir fener dikmek isteyen Pira'nın düşleri Amerika'nın Kaliforniya'yı işgaliyle sona erer.

Fener, 1854 yılında ilk ışıklarını gönderdiğinde işgale karşı direndikleri için adaya tutsak edilen Kızılderililerin yüzlerini aydınlatır. Askeri amaçla kullanılan Alcatraz Adası, azılı katillerin ve casusların konulduğu bir hapishane olarak ünlenir.

1934'te James A. Johnston müdür olarak adaya gelmesinden sonra hapishaneye "sert taşlar okulu" denir.

Alcatraz adının duyulması, başrolünü Burt Lancesther'in ustalıkla oynadığı ve gerçek bir yaşam öyküsü olan "Alcatraz Kuşçusu"nun sinemalarda gösterilmesinden sonradır. Robert F. Stroud, on dokuz yaşında kız arkadaşına sarkıntılık yapan bir adamı öldürür. Mahkemesi devam ederken konulduğu hapishanede de bir gardiyanı öldürür ve idam cezasına çarptırılır.

Cezası müebbete dönüştürülen Stroud, Alcatraz Hapishanesi'ne geldiğinde 52 yaşındaydı ve 33 yıllık mahkûmdu. Her şey mahkûmluğunun ilk yıllarında, penceresinden içeri hasta bir kuşun girmesiyle başlar.

Masanın üstündeki kuşun ölmesini bekleyen katil, kuşun yaşam kavgasını görünce, yardım olsun diye gagasına ilaçlarından damlatır. Aradan yıllar geçtikçe Robert Stroud karşımıza bir ornitolog (kuş bilimci) olarak çıkar.

Hapishanede kırka yakın kitap hazırlayan Stroud, bunlardan yalnız bir tanesinin dışarıya çıkmasını başarır. "Doktor Stroud'un Kuş Hastalıkları Denemesi" adıyla yayınlanan kitap büyük ilgi toplar. Diğer kitaplar ise hapishanenin müdürü tarafından yok edilir!..

Beyaz adamın ayak bastığı günden beri hapishane olarak kullanılan Alcatraz, 1962 yılında insan sağlığına elverişsiz olduğundan boşaltılır. Ve "dünyada insan sağlığına zararlı bir yer varsa, o da, Amerika'dır" diyen Richard Oakes reisliğindeki Kızılderililer adayı 20 Kasım 1969'da işgal ederler.

Özgürlüklerine kavuşan Kızılderililer Alcatraz'dan beyaz adama şöyle seslenir: "Birçok söz verdiler ama yalnızca bir tanesini tuttular/ Topraklarımızı alacaklarını söylediler ve aldılar."

1971 yılına kadar Kızılderililerin idaresinde kalan adanın iskelesinde okunan "Indian Landing" yazısının anlamı şudur: Kızılderili Toprakları...

Adanın "Doğal Güzellikleri Koruma" kurumuna verilmesiyle Kızılderililerin özgürlükleri bir "operasyon" ile ellerinden alınır. Ve, Alcatraz eğlence merkezine dönüştürülür!

Kızılderililerin özgürlük kavgaları sonraki yıllarda da, devam eder: 1975'te FBI'ın "yok edilmesi gereken hedef" listesinde yer alan Kızılderili hareketinin günümüzdeki lideri Leonard Peltier sahte iddia ve belgelerle gözaltına alınır. Kızılderililerin Nelson Mandela'sı olarak kabul edilen Peltier uzun yıllar hapiste kalır.

Kız Kulesi de, Alcatraz Adası gibi hapishane ve fener olarak kullanılmıştır... Ve, 1992 yılında Kızılderililerin eylemi gibi şairler tarafından "Şiir Cumhuriyeti" ilan edilip, özgürlüğün doğum günü pastası olarak insanlara sunulur!...

Ne gariptir ki, günümüzde Kız Kulesi, Alcatraz gibi turistik amaçlı, bir eğlence yerine dönüştürülmek üzere 49 yıllığına sermayeye kiralanmıştır.

Ama, şuna hiç şüphe yoktur ki, gerek Kızılderililer ve gerekse şairler yüreklerinde taşıdıkları özgürlük tutkusunun çıktıkları adacıklarla sınırlı olmadıklarını çok iyi biliyorlar!..

Bir halkın gerçek yüzü şiirlerine yansımıştır. Aşağıdaki beş dizelik Kızılderili şiiri Hollywood'un, insanların beyinlerine kilometrelerce uzunluğundaki filmlerle yerleştirmeye çalıştığı görüntüyü okunur okunmaz yıkmıyor mu:

Sana abayı yaktım sanıyorsun O senin hüsnükuruntun Sizin çadıra gelişim Küçük kardeşini Görmek için...

Sunay Akın