Güneş’ in Dansı

Güneş’ in Dansı

Ova yerlilerinin 19. yüzyılda yaptığı ve görülmeye değer olağanüstü törenlerden biridir Güneş Dansı. Genellikle yaz gündönümünde ve yılda bir kere yapılır. Gündönümünden 4 gün önce başlar ve 7 gün boyunca son günün günbatımına dek sürer. (süre ve başlangıç tarihi kabilelerde küçük farklılıklar gösterebilmektedir. )

Yaşam ile ölüm arasındaki döngüyü, ilişkiyi gösterir.

Bunun anlamı şudur; Ölüm ile yaşam sona ermez. Ölüm aynı zamanda bir yeniden doğmadır. Doğanın tümü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu doğadaki herşeye eşitlik verir.

”Örneğin güç veren hayvanlar (medicine animals) fizik ve ruhsal yetenekleriyle aynı bir tütünün parçaları kadar Büyücülere ve Şamanlara benzerler”

Bu töreni yapan kızılderili kabileleri şunlardır. Arapaho, Arikara, Asbinboine, Cheyenne, Crow, Gros, Ventre, Hidutsa, Sioux, Ova Cree’leri, Ova Ojibway’leri, Sarasi, Omaha, Ponca, Ute, Shoshone, Kiowa, ve Blackfoot kabileleri.

Ama uygulanış biçimleri kabileden kabileye değişiklik göstermektedir. Törende buffalo avı önemli temalardandır. Çünkü buffalo avcılığı kızılderili kültürlerinde 18. ve 19. yüzyıl boyunca yaşamsal önemde olmuştur.

İlk iş olarak kabilenin bu işe yetkili kişisi gelir. Uygun ağacı seçer ve diğer kabile erkeklerine onu kesmelerini söyler. Ağaç uzun ve iki ucu çatallı bir ağaçtır.

Kesilen ağaç tören sırasında düşmanı temsil edecektir. Sioux’lar kesilen ağacı buffalo derisiyle sararlar. Bazen bir çadır da kurulur. Çadır dansçının tören sonunda yatıp gördüklerini anlatırken kullanması içindir.

Ağaç sırık yere sıkıca saplanır. Sabah güneş doğu ufuk çizgisinden yükselirken savaşçılar ağaç sırığa saldırırlar . Sembolik olarak silahlarla ve oklarla onu öldürürler.

Keserler ve Güneş Dansı yapılacak yere getirip sıkıca toprağa gömerler. Sırığı toprağa gömmeden önce üst çatal bölgesine yeni öldürülmüş buffaloya ait, kuyruğu üzerinde bulunan buffalo derisi konup , onun da üzerine üstündeki derinin bir bölümü sıyrılmış buffalo kafası sıkıca bağlanır.

Buffalo kafası güneşe doğru çevrilerek sırık yere iyice sabitlenir. Yerle gök arasındaki bağlantıyı sağlayan ağaçtan yapılan sırık dünyanın merkezini sembolize eder

Tören ağacı ana dansçı ve kabilenin adamlarıyla hazırlanır. Ağacın çatalları kartal yuvasını sembolize eder. Kartal ruhlara yakın oturan ve onlarla sürekli iletişim halinde bulunan , bizim yakarışlarımızı Büyük Ruh Wakan Tanka’ya götüren mesajcıdır.

Kartal mesajcı olmasının yanısıra insana özgü özelliklere de semboldür. Cesur, hızlı ve çok güçlüdür. Bunlar bütün savaşçılarda bulunması gereken özelliklerdir. Çok uzakları görebilir ve herşeyi bilebilir. ”Bir kartal dünyanın bütün bilgeliğine sahiptir”

Kartal tüm tören boyunca insanların ruhlarla iletişim kurmasını kolaylaştırır, tören boyunca bir Crow kızılderilisine yetenekleriyle eşlik edebilir, onun geleceği görmesini sağlayabilir.

Kartal tüyü hastalıkları iyileştirebilir. Büyücü Şaman tören sırasında elindeki kartal tüyünü kullanarak güneşin enerjisini hastaya aktarır ve onu iyileştirebilir.

Buffalo Güneş Dansının temelini ouşturur. Güneş Dansının buffaloyla ilişkilendirildiğini açıklayabilecek değişik hikayeler vardır. Shoshone yerlileri buffaloya dokunan kişinin mutlu olacağına, hayatında herşeyin yolunda gideceğine inanırlar. Törende buffalo yemek, buffalo şarkıları söyleyip buffalo dansı yapmak çok yaygındır.

Tören ova kızılderililerinin yaşamı için buffaloların nasıl bir zorunluluk olduğunun açık bir göstergesidir. Buffalo yaşamı sembolize eder çünkü buffalo kızılderilinin yaşaması için herşeydir.

Ova kızılderilileri buffaloyu beslenmeleri, giysileri, barınakları, çocuklarının oyuncakları dahil olmak üzere her türlü eşyalarını yapmak için kullanıyorlardı. Kızılderililerin yaşamı buffalolarla sıkı sıkıya bağlıydı. Güneş Dansı buffaloya bir şükran töreniydi.

Cheyenne kızılderilisi buffalonun güneşle ilişki içinde olduğuna inanır.

Lakota kızılderilisi törendeki sırığa karşı konan kuru bir buffalo penisinin dansçının erkeklik gücünü artırdığına inanır.

Lakotalılar öldürülen buffalonun kendi kemiğinden yeniden meydana geldiğine inanırlar. Hayvanların ve insanların ruhları onların kemiklerinde bulunur.

Tören süresince buffalo kafası değişime uğrar. Ona cömert davranmak için ağzına ve burnuna ot, çim parçaları doldurulur. Amaç insanlar için buffaloyu sağlıklı kılmaktır. Öte yandan otlar buffalonun yeniden yaşamasını sağlayacaktır. Eğer ot olmazsa buffalo yaşayamaz.

Güneş dansı boyunca buffalo ve insanların birbirinden ayrılamaz beraberliği sembolize edilir.

Buffalo yalnız vücutları için gerekli değildir. O kutsaldır da. Buffalo yakalamaya çalışan avcının , avcıların yaptıkları canlandırmalardan oluşan tören her aşamasında buffaloya şükran doludur.

Savaşçılar bazen kendi vücutlarına eziyet ederek özverinin en büyüğüyle teşekkürlerini sunarlar. Dansçı çeşitli kemik ve tahta parçalarını vücuduna iliştirir. Diğerleri onları koparırcasına çeker.(bazen savaşçının vücuduna tutturulan bu kemikler yere saplanmış gergin sırığa iple bağlanır ve gergin sırık kemikleri çeker.)

Bu çok acı vericidir. Bu kendini zorlama yeniden doğmayı sembolize eder. Vücudun duyduğu acı ölümdür ardından yeniden doğuş gelir. Dansçı zihinsel , ruhsal ve bedensel olarak yeniden dünyaya gelir.

Tören bittikten sonra dansçı yatağına yatar ve tören sırasında bağ kurduğu mistik güçlerden aldığı bilgileri veya gördüklerini etrafındakilere anlatır .Onun gördükleri yeni bir şarkı , yeni bir dans biçimi veya gelecekle ilgilidir.

1904 de Amerikan Hükümeti Güneş Dansını yasadışı ilan ederek yasakladı. Birkaç kabile arasında daha sembolik, vücudun fazla zorlanmadığı bir tören biçimi süregeldi. Sonraları kızılderililer kültürlerini yeniden yaşatmak için Güneş Dansı’nı orjinal anlam ve biçimine kavuşturmaya çalıştılar.

Kırk Dokuz Delikanlı Ve Bir Su Kaplumbağası

Kırk Dokuz Delikanlı Ve Bir Su Kaplumbağası

Derler ki;

“Çok eskiden bir savaçı kabilesindeki elli delikanlının yaban sığırı avlamak üzere yola çıktığı söylenir. Bu olay, Çeyenilerin atlara, silahlara ve çelikten yapılmış silahlara sahip olmalarından da öncedir. Delikanlılar yaya seyahat etmişler ve beraberlerinde taştan yapılma baltalarını ve mızraklarını götürmüşler.

Çok, pek çok mokasin (zehirli bir çeşit su yılanı) avlamışlar; bundan dolayı her delikanlı bunları bir ipe dizerek boynuna asmış ve böylece her biri, omzunda mokasinden yapılmış bir çelenk taşımaya başlamış.

Delikanlılar Oklahoma’ nın içlerinde bulunan Çapraz Tahtalar kıyılarından yola çıkmış ve yüksek dağların bulunduğu batı taraflarına kadar yol gitmişler. İnsanlar o zamanlarda çadır direklerine sırık bulmak için oralara giderlermiş.

Delikanlılar bu bölgede, hiç mi hiç, bir düşmanla karşılaşmamış; Uteler, Navaholar, Apaçiler, hiç kimse çıkmamış karşılarına. Sonunda bu av kafilesi seferden vazgeçmiş ve yerleşim bölgelerine dönmek için yola çıkmış. Şefleri: “Kampımıza dört günlük yol kalınca avlanmaya başlarız.” demiş.

Kazıklı Ovalar’ dan geçmişler. Komançiler, bu ovalardaki her su birikintisini bir diğerine geçmek için, yere çaktıkları avize ağacı kazıklarıyla işaretleyip patika geçitlerini belirlediklerinden, geçiş sırasında hiç kimse susuzluktan ölmüyor imiş.

Bazen serap diye bir su birikintisi görülür; fakat o serap olmazmış. Delikanlılar yürüdükçe gittikçe onlara yaklaşan ve parlayarak büyüyen bir şey görmüşler. Hepsi de bu ışık saçan şahane görüntüye bakmak için durmuşlar.

Delikanlılardan bazıları: “Yaklaşalım ve bunun ne olduğunu anlayalım!” demiş. Bazıları da “Hayır! Bu gizem dolu bir şey. Tehlikeli olabilir. Yolumuza öbür yoldan devam edelim.” demişler. “İşaretli yol doğru ona gidiyor” demiş şefleri sonunda. “Suyu bulmak için kazıkları izlemeliyiz. Eğer bizim yararımıza olması istenen bir şey varsa o, tam bu patika geçişinde olacaktır.”

Sabahtan öğleye kadar avize ağacı kazıklarını izlemiş ve parıldayan o nesnenin yanına öğle vakti gelmişler. Yaşamlarında ilk kez o anda, çok, hem de pek çok şaşkınlığa düşmüşler.

Çünkü bu nesnenin parıldayan, büyük bağalı bir su kaplumbağası olduğunu görmüşler. Bu su kaplumbağası yerde çok yavaş yürüyormuş ve işaretli yolu bir insan gibi izleyip galiba da bir su birikintisine ulaşmaya çalışıyormuş.

“Acaba nerye gidiyor dersiniz?” diye sormuş gençlerden biri; ama kimse onun sorusunu yanıtlamamış. Delikanlı bu sefer: “Sırtına bineceğim!” diye atılmış. Su kaplumbağasının sırtına tırmanmış ve su kaplumbağası da patikada ağır ağır onu taşımaya başlamış.

“Şuna bak… Gerçekten güçlüymüş…” demiş bir başka delikanlı. O da kaplumbağanın sırtına çıkmış ve su kaplumbağası kendinden emin adımlarla iki arkadaşı taşırken ilerlemeye devam etmiş. Daha sonra peş peşe kırk dokuz delikanlı su kaplumbağasının sırtına çıkmış. En son şefleri kalmış kaplumbağanın yanında.

“Acaba bunu bu denli güçlü yapan şey ne?” diye merak etmiş kaplumbağanın sırtına ilk binen delikanlı. “Eğer becerebilirsem, kaslarına bir bakacağım.” Mızrağının ucunu sıkıca kavrayarak kaplumbağanın kabuğunu kanırtıp aralamaya çalışmış. Aynı işi diğer delikanlılar da yapmaya kalkmışlar. Buna karşın su kaplumbağasından canının yandığına dair hiçbir refkleks gelmiyormuş.

Savaşçı grubunun şefi: “İnin aşağıya!” demiş arkadaşlarına. “Bunun yanında yürüyebiliriz ve bizim gittiğimiz yolu izlediği sürece ona eşlik edebiliriz; ama yaralanamayacak veya kendisiyle oyun oynanamayacak kadar güçlü bu. İnin aşağı ve benimle birlikte yürüyün!”

Su kaplumbağasının sırtındaki delikanlılar kendi aralarında tartışmaya başlayarak fikir çatışmaları yaşamışlar. Bazıları bunun iyiye delalet olduğunu düşünürken bazıları da kaplumbağanın tehlikeli bir güç olduğu kanısına varmış.

Bu sırada kaplumbağanın sırtına yapıştıklarını anlayan grup taştan yapılmış balta ve mızraklarıyla ona saldırmaya başlamışlar. Hayvanın gücünü kırmaya çalışıyorlarmış; fakat olan onları elindekilere oluyormuş. Bunu üzerine kırk dokuz delikanlı liderlerine seslenmiş: “Kurtar bizi. Yardım et bize.

Savaşçı grubumuzun şefi sensin ve bu yaratıktan bizi kurtarmak sana düşer.

Şef, kaplumbağaya:” Dur, ne olur, dur!” demiş. “Bırak da kardeşlerim insinler, sonra da sen kendi yoluna gidene kadar burada bekleriz. Seni yaraladıkları için üzülüyorlar. Affet onları, acı onlara. Sen onlardan daha güçlüsün.

Bırak da bu zavallılar serbest kalsınlar ve seni sonsuza dek onurla ansınlar. Senin için Güneş Dansı yapsınlar.” Su kaplumbağası yavaş yavaş ilerlemeye devam etmiş. Şef de ağlaya yavlvara yanlarında yürüyormuş; ama delikanlılar kurtulamıyorlarmış.

Bir süre sonra hepsinin gölgesi kendi önlerinde uzamaya başlamış; çünkü artık gün sona ermek üzereymiş. Şef, önlerinde bir su birikintisi görmüş ve kaplumbağa da oraya doğru ilerliyormuş. “Dur!” diye yalvarmış Şef, “Bırak da akılsız arkadaşlarım insinler. Acımanla gücünü bize göster!” Buna karşı su kaplumbağası sürüne sürüne devam etmiş.

“Sizin için yapabileceğim her şeyi yaptım.” demiş Şef, “Size olağanüstü bir şey göründü; ama ona saygı duymadınız. Şimdiyse cezalandırılacaksınız; çünkü yüreklerinizde yanlış şeyler düşündünüz. Ben, hiçbir şeyi değiştiremem.”

Su kaplumbağasının göle doğru götürdüğü delikanlılar, “Kampa dön!” demişler, “Yapabileceğin şey yalnızca bu, kampa dön. Neler olduğunu halkımıza anlat. Ailelerimize onları sevdiğimizi ve kendilerine ağlayacağımızı söyle. Onlar da bizler için ağlasınlar, yasımızı tutsunlar.”

“Yapabileceğim tek şey bu.” dmeiş kabile şefleri. Vedalaşırken elini kaldırmış. “Bütün bu olanları ve sizlerin yasını tutmalarını onlara söyleyeceğim.”

Su kaplumbağası göle adımını attığında arkadaşlarının da hepsi şeflerine el sallayarak veda etmişler. “Geri dön”, diye rica etmişler. “Ve neler olduğunu kardeşlerimize anlat. Gelecek sene bu vakitte onları buraya getir de, burada, bu yerde bizim için yas tutsunlar.”

Kaplumbağa onları aşağıya, suyun derinliklerine doğru götürmüş.

Şef tek başına ve elleri boş olarak kampa döndüğünde herkes onu karşılamak için koşmuş. “Oğullarımız nerede? Kardeşlerimiz nerede?” diye bağırıp “Sen yalnızsan ve onlar da öldüyse mutlaka büyük bir savaş olmuştur. Neler olduğunu anlat bize.” demişler.

Şef üzüntüyle: “Savaş olmadı.” demiş. “Güçlü ve gizemli bir şey tarafından kaçırılıp götürüldüler. Neler olduğunu sizlere anlatacağım. Dinleyin.”

Böylece anlatmaya başlamış ve o anlatırken kamp halkı daha önce hiç yapmadıkları bir biçimde ağlaşmış ve yas tutmuş. Şef konuşmasını bitirdiğinde kamp halkı, “Gelecek sene İlkbahar’ da hepimiz seninle gelecek ve oğullarımızın, kardeşlerimizin bizden istediği gibi, gölün kıyısında yas tutacağız.” demiş.

İlkbahar’ da otlar iyice kalınlaştığı ve boyları atların ard ayakbileklerinin boyuna ulaştığı, her tarafa sular yürümeye başladığı zaman, bütün köy yola koyulmuş. Kazıklı Ovalar’ ın kenarlarına doğru yol almışlar. Şef, arkadaşlarının kaybolduğu göle doğru giden işaretli patikayı bulmuş. Gölü bulamamış; ama bir zamanlar büyük bir gölün bulunduğu yere gelmiş. Eski gölün yatağının ortasında, toprağın derinliklerine doğru inen derin bir çukur varmış ve bu çukur; kemiklerle doluymuş.”

O göl yatağı ve kemikler bugün bile oradadır.

“Daha sonra bütün kabile halkı kurumuş gölün kıyısında yüklerini indirerek orda yas tutmaya başlamış. Kemiklerin, kaplumbağanın suyun dibine götürdüğü kırk dokuz delikanlının kemikleri olduğunu biliyorlarmış.”

Atmaca İle Buffalo ( Cheyenne Mitolojisi )

Atmaca İle Buffalo

Derler ki;

“Çok eskiden Maheo, dünyayı yaratıp insanları ve hayvanları da dünya üzerine yerleştirdiğinde herkes eşitmiş; ama çok geçmeden yaban sığırları kendi aralarında konuşmaya başlamış.

“Bütün dünyada en büyük hayvan biziz.” demiş yaban sığırlarının şefi. “Diğerlerinin bizimle eşit olmasına neden izin verecekmişiz? Bize saygı göstermeleri ve değer vermeleri gerekir. Bizim beklediğimiz de budur.”

“Doğru söylküyorsun.” demiş genç yaban sığırı delikanlılar. “Nasıl büyük ve güçlü olduğumuzu herkes görebilir. Doğrusunu söylemek gerekirse insanlar neden sanki bizimle aynı güce sahipmiş gibi davranıyorlar?”

Yaban sığırı şef: “Kadınlarımızın en zayıfı bile onların herhangi bir erkeğinden daha güçlüdür.” diyerek onaylamış. “Haydi gelin, gidelim onlarla konuşalım ve bizimle eşit olmadıklarını, bizim uşağımız olmaları gerektiğini onlara gösterelim.”

Güneş Dansı zamanıymış ve insanlar Güneş Dansı yaptıkları düzlüğün çevresinde büyük bir çember biçiminde kamp yapıyorlarmış. Yaban sığırı şef, halkını doğu yönünden sürerek dosdoğru kamp alanının girişine yürümüş. Orada durmuş, alanın batı tarafında, mihrabın arkasında oturmuş olan Güneş Dansı keşişiyle karşı karşıya gelmiş.

“Buyrun girin.” demiş Güneş Dansı keşişi. “İçeri girmemiz bizden neden isteniyor?” diye yaban sığırı şefi sormuş. “Çünkü bütün dostlarımızın bizim dansımızı izlemelerinden ve dansa katılmalarından mutluluk duyarız.” diye yanıtlamış Güneş Dansı keşişi.

“Buraya sizlerin herhangi bir şeyinize katılmak için gelmedik.” diye karşılık vermiş yaban sığırı şefi. “Biz, sizlerin efendileri olarak, dünyada en güçlü kişiler olduğumuzu söylemek için buraya geldik.” Bunun üzerine Güneş Dansı keşişi: “Bütün varlıklar dosttur, bunu bize Maheo söyledi.” demiş. “Biz bunu size kanıtlarız.” diyerek dudak bükmüş yaban sığırı şefi. “Bir yarış düzenleriz, bizim kadınlarımızın en zayıfı ile istediğiniz herhangi bir erkek arasında.”

“Eğer yarış yapılacaksa dürüst bir şey yapalım.” demiş Güneş Dansı keşişi. “Benim gençlerim açlık ve susuzluktan kıvranıyorlar ve bugüne kadar, dört gündür dans ediyorlar.

Zayıflamış durumdalar. her iki taraftan dört koşucu olmak üzere bir bayrak yarışı yapalım. Diğer hayvanlar ve kuşlar hangi takımda olacaklarsa takımlarını seçsinler.”

Yaban sığırı şefi etrafındaki delikanlılara bakarak: “Bu adamın planına ne dersiniz?” diye sormuş onlara. Hepsi de “Hay hay!” demişler. “Dürüst bir düşünce. Öyle olsun.”

“Habercileri gönderin!” diye emrini vermiş yaban sığırı şefi. “Bütün hayvanların ve kuşların toplanmasını söyleyin ve hangi takımda koşacaklarsa karar vermelerini isteyin.”

Böylece haberciler doğuya, güneye, batıya ve kuzeye gitmek üzere yola çıkarak Büyük Irk’ ın sözlerini, buldukları tüm hayvan ve kuşlara iletmişler. Balıklar ile deniz kaplumbağaları gelmeyeceklermiş; çünkü yarışın kuru yerde yapılması gerekmiş.

Dört gün sonunda tüm kuşlarla hayvanlar Güneş Dansı kampında toplanmış ve kampın çevresinde ikinci bir büyük daire içinde tipi’ lerini kurmuşlar. Beşinci günün sabahında takımlarını seçmek üzere Güneş Dansı alanında toplanmışlar.

Yaban sığırları tek başlarına yarışa girmek istemişler; ama başka hayvanlar da onlara katılınca şaşırmışlar. İri boynuzlu bir tür geyik olan elk, yaban sığırlarının takımına katılmış, geyik ve antilop da onu izlemiş.

Ayrık tırnaklı bütün hızlı hayvanlar bir takımda toplanmış bulunuyormuş. “Şimdi bizimle kim koşmak istiyor?” diye sormuş Güneş Dansı keşişi. “Ben istiyorum.” demiş köpek. “Ben insanların kampında yaşıyorum ve onlar benim dostum. Ben sizinle koşmak istiyorum.”

“Başka kim istiyor?” diye sormuş Güneş Dansı keşişi tekrar. Bütün Güneş Dansçıları’ nın en genci bir delikanlı: “Ben istiyorum.” demiş. “Yorgun değilim; kurbanım bana güç verdi. Kendi insanlarım için koşacağım.”

“Ve ben de!” demiş kartal. “Çünkü kutsal törenlerinizde benim tüylerimi kullanarak bana onur veriyorsunuz. Ben sizin için koşacağım.”

“Aynı nedenden dolayı ben de koşacağım!” demiş atmaca. “İnsanlar dua yelpazelerinde şimdiye kadar hep benim tüylerimi kullandılar ve ben de onların adına koşacağım.”

Böylece Güneş Fansı keşişi ve yaban sığırı şefi, yarışın Kuzey Dakota’ daki Şeytan Kulesi’ nden başlayarak Wyoming’ deki Teton Dağları’ na kadar sürmesine karar vermiş. Genç Güneş Dansçısı, iri boynuzlu elk geyiğiyle eşleşmiş köpek, geyikle eşleşmiş; antilop, kartalla eşleşmiş ve atmaca da yaban sığırı kadınla eşleşmiş.

Yaban sığırı kadın ortaya çıktığı anda ister istemez herkes gülmek zorunda kalmış; çok gülünç görünüyormuş. Başı kocamanmış ve saçı, hiç taranmamış gibi karmakarışıkmış.

Omuzları geniş, beli ince ve dar, bacakları da incecik imiş. Bacakları üzerinde koşamayacak gibi duruyormuş. Belinin çevresine, başında bulunan aynı dağınık saçlardan yapılmış gibi duran, kabarık, minik bir önlük takmış bulunuyormuş.

Onun yanında kır şahini, düzenli ve dimdik; ama çok küçük görünüyormuş.

Güneş Dansı keşişi ve yaban sığırı şefi, başlama çizgisinde yanyana durmuşlar. Hazır olduklarında tek bir sert vuruşla davula vurmuşlar ve koşucuların ilk çifti fırlayıp yarışa başlamış.

Genç Güneş Dansçısı alabildiğine hızlı koşmuş; ama iri boynuzlu elk geyiğine yetişememiş; köpek ve geyik yarışa başladığı zaman, köpek daha en başta geyiğin arkasında kalmış.

Koşabildiği kadar hızlı koşsa da geyiğe yaklaşamamış; antilop ile kartalın sırası geldiğinde antilop, çok önde gitmiş. Kartal, antilop kadar hızlı olmamasına karşın güçlüymüş ve antilop, kartal yorulmadan çok önce yorulmaya ve geride kalmaya başlamış.

Yaban sığırı kadın ile atmacanın yanına geldiğinde yarışın başlangıcında ilk koşucuların durduğu gibi yeniden başa baş bulunuyorlarmış.

Ooo, Yaban Sığırı kadın, o ince bacaklarıyla ne kadar da hızlı koşuyormuş öyle! kadın gençmiş, hızlıymış ve kendi halkının onuru için koşuyormuş. Kır şahini büyük kanatlarını açmış ve yerden kolaycacık havaya kalkıvermiş. İlk bakışta, yavaş hareket edeceğe benziyormuş; ama rüzgârın bütün dalgalarını kendi yararına kullanarak gittikçe yükseklere çıkarken Yaban Sığırı Kadın ile başa baş gidiyormuş.

Sonunda, karşılarında beyaz tepeli ve güzel Tetonların dikildiğini görmüşler. Yaban Sığırı Kadın, koşabildiği kadar hızlı koşuyormuş; ama atmaca kanatlarını çırpmaya ve gerçekten de uçmaya başlamış. Yaban Sığırı Kadın, yorgun dizleriyle en yüksek dağın eteklerinde sendelerken atmaca, o dağın tepesine oturmuş durumdaymış.

Bütün insanlar ve tüm hayvanlar, yarışın bitişini seyretmek üzere büyük bir kamp biçiminde toplanmışlar; savaş ünlerinin yenisini almak için dağın yamacından yavaş yavaş süzülüp gelen atmacanın zaferini kutluyorlarmış.

Yaban sığırları ve ayrıl tırnaklı hayvanlar kamplarını dağıtmış, hiç konuşmadan oradan uzaklaşmışlar. Çünkü artık bir daha insanlarla ve kuşlarla eşit olmayacaklarını biliyorlarmış.”

Büyük Irk’ tan çok şey kalmış geriye. İlk olarak, ayrık tırnaklılar, insanların yiyecek, giyecek ve korunma amacıyla avladıkları av hayvanları olmuş. İkinci olarak, atmaca bütün kuşların en büyüğü, kartaldan bile daha büyük olarak ün salmış ve atmacanın adına, Çeyeniler asker toplumlarının ilk ve en büyüğünü kurmuşlar:

Atmaca Askerler.

Cesurların da en cesuru olabilecek on kişi yalnızca o “Atmaca Askerler” olabilirdi ve savaşta kendilerini toprağa bir kazık ile bağlamak, kardeşleri onları çözünceye kadar ölesiye dövüşmek bu savaşçılara göre bir onurdu.

Yeryüzünün Korunması

Yeryüzünün Korunması

Bundan çok Ay öncesinde,

Beyaz adam gelmeden önce,

Kızılderili’nin kalbinde güneş varmış.

Amerika’da çok sayıda büyük orman varmış.

Amerika’da çok hayvan varmış,

Amerika'da çok kuş varmış,

Nehirlerde çok balık varmış.

Çok sayıda kürklü hayvan varmış.

Kızılderili burada, Amerika’da uzun yıllardan beri yaşıyormuş.

O zaman, doğu tarafından, sulardan kanatlı büyük bir kayık gelmiş.

İçinde beyaz adam varmış.

Baltasıyla çok fazla ağaç kesmiş.

Yıldırım tüfeğiyle hayvanları, geyiği, ayıyı ve ormandaki diğer yaratıkları yok etmiş.

O, beyaz adam, akarsulardan çok fazla balık almış.

O, beyaz adam, çok fazla kuş öldürmüş,

Çok fazla toprak biçmiş.

Bu iyi değilmiş ve Kızılderili çok üzgünmüş.

Kalbinde acı varmış.

Batı’ya doğru, güneşin battığı yere doğru gitmiş.

Büyük Ruh, beyaz adamın yaptıklarından dolayı kızgınmış.

Büyük Ruh şöyle demiş: “Açgözlülüğün ve savurganlığın sonuçlarını göreceğiz”.

Artık böcekleri yiyecek kuş kalmadığından böcekler çoğalmış.

Çiftçilerin ekinlerini yemişler.

Toprağı tutmak için orman olmadığından, yağmurlar sık sık su baskınlarına neden oluyormuş.

Sular beyaz adamın şehirlerini ve çiftliklerini basmış. Azgın sular, toprağı denize götürerek akıyormuş.

Artık kalın çimler olmadığından -beyaz adam tarafından yok edilmiş- rüzgarlar toprağı yıkıp geçiyormuş ve toz fırtınalarına yol açıyormuş.

Toz ve kum beyaz adamın çiftliklerini kaplamış.

Beyaz adam üzgünmüş. Kalbi toprağın üzerine seriliymiş.

Kendi kendine düşünmüş: “Çocuklarıma benim olduğumdan daha sağduyulu olmayı öğretmeliyim”.

Kendi kendine düşünmüş:

“Onlara toprağa ağaç dikmelerini söyleyeceğim”.

Kökleri suyu ve toprağı tutar.

Kendi kendine düşünmüş: “Nehirlere balık koyacağım.

Sivrisineklerin ve diğer zararlı böceklerin kurtçukların yer”.

Kendi kendine düşünmüş: “Kuşlar için ağaçlara evler yerleştireceğim. Kuşlar zararlı böcekleri yer”.

Kendi kendine düşünmüş: “Eğer bunları yaparsam tanrı bana yeniden gülümser.

Bu ülkeyi, daha önce olduğu gibi, atam olan beyaz adam buraya gelip onu yok etmeden önceki kadar iyi ve o kadar güzel bir hale dönüştürür”.

Vahşi Hayvan ( Iroquois Efsaneleri )

Vahşi Hayvan ( Iroquois Efsaneleri )

Bu hikaye bana Ohsweken’de, Altı Ulus Ülkesi’nden bir Mohawk olan Dehaweihere (Dei-hah-wei-Yah-hei-lei) tarafından anlatılmıştı.

Eski zamanlarda, günümüzde New York eyaleti olan bir dağın yakınında üç erkek kardeş kamp yapıyormuş. Avlanmak üzere, Mohawk Nehri kenarında korulu olan köylerini terk etmişler.

Güzel bir sabah vakti, en büyükleri yayını ve tirkeşini almış ve ormana girerken geyik avlamaya gittiğini ve onu kampta beklemeleri gerektiğini söylemiş.

Avcı geri dönmemiş; iki gün geçtikten sonra, ortanca erkek kardeş, gidip geyik avlamaya ve ağabeylerini bulmaya gideceğini söylemiş. Yayını ve oklarını alıp ormana girmiş.

Küçük kardeş sabırsızlıkla ağabeylerinin dönüşünü beklemiş. İki günün sonunda, geriye kalan eti bitirmiş. Eğer taze et bulamazsa, açlıktan öleceğini biliyormuş. Bunun üzerine yayını ve oklarını alıp o da ormana gitmiş.

Saatlerce dolaştıktan sonra bir gün küçük bir ırmağa ulaşmış. “Burada av hayvanı bulurum” diye düşünmüş. Akarsuyu sessizce izlemiş ve keskin bakışlarıyla bir tavşan veya bir sincap görmeye çalışıyormuş. Irmak ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla akıyormuş, genç oğlan bir süre daha nehri izlemiş ve ırmak onu yüksek tepeler ile çevrili olağanüstü bir vadiye götürmüş.

Bu vadide dolaşırken tesadüfen başını kaldırıp ırmağı gölgeleyen tepelerin bir tanesine doğru bakmış. Bu tepenin eteğinde, bir mağara görmüş. “Belki mağarada bir av hayvanı bulurum” diye düşünmüş. Düz zeminden ayrılıp mağaranın girişine kadar gidip içeriye bakmış.

İçerisi karanlıkmış, ama genç oğlan çok cesurmuş.. Bir eline sıkıca tuttuğu bir ok almış ve karanlığın içine kendisini bırakmış. Belli bir süre nereye gittiğini görüyormuş; ama girişten uzaklaştıkça, mağara gitgide daha da karanlık oluyormuş. Kısa bir süre sonra hiçbir şey göremez olmuş; ama yine de ilerlemeye devam etmiş. Tepenin göbeğine el yordamıyla yöneldiği için, ayağı yerdeki kocaman bir deliğe girmiş; ve hızla derin bir çukura düşmüş. Düştüğünü... düştüğünü... hissetmiş... nereye bilmiyormuş. Her an dipte, sivri kayalıkların üzerine düşmeyi bekliyormuş, ama şaşkınlık içinde düşmeye devam etmiş...

Ona çok uzun gelen bir sürenin sonunda, oğlan aşağıda çok dipte küçücük bir nokta ışık görmüş. Düşüşü onu bu noktaya yaklaştırdıkça bu ışık gitgide parlıyor ve büyüyormuş... bu aslında çukurun dibinde bir açıklıkmış. Bu açıklığın ardında su varmış; bir göle benziyormuş. Delikten geçerken suya dalmaya hazırlanıyormuş, ama gölün içine düşmüş. Nefesini tutarak oğlan, başı dışarıya çıkıncaya kadar yukarı doğru yüzmüş. Toprak çok yakındaymış ve iyi bir yüzücü olduğu için, kısa sürede kıyıya ulaşmış.

Garip bir ülkeye, bir kumsala gelmiş. Otlar o kadar büyükmüş ki, her sapın çevresinde dolaşması gerekiyormuş! Ve her sap, bir ağaçtan daha yüksekmiş. Çiçekler başının üzerinde yükseliyormuş. Sonunda oğlan bir uçurum olarak algıladığı bir yere gelmiş. Ancak çevresinde dolaşınca... bir ağaç olduğunu fark etmiş. Bu garip ülkede karınca yuvaları bir dağ kadar büyükmüş.

Küçük oğlan hâlâ yayını ve oklarını elinde tutuyormuş ve şimdi temkinli bir şekilde, yüksek otların arasında bir avcı gibi yürüyormuş. Küçük bir tepeye ulaşmış ve tam tepeye tırmanacakken diğer tarafından sesler duymuş. Av bıçağını eline almış ve gürültünün geldiği yöne doğru yavaşça ilerlemiş. Çok dikkatlice bir otun sapının arkasından çıkmış ve işte o zaman kaybolan iki ağabeyini görmüş!

Ağabeyleri çok telaşlı görünüyormuş ve devasa bir ağacın yukarılarındaki dallara bakıyorlarmış. Küçük kardeşleri yanlarına gelip neden bu kadar telaşlı olduklarını sormuş.

“Ağaçtaki şu kocaman hayvana bak” demiş büyük ağabey. “Günlerdir onu öldürmeye çalışıyoruz. Eğer onu öldürüp büyük derisini köye götürmeyi başarsaydık çok saygı görürdük”. Ve bir yandan konuşarak bir yandan da bu etkileyici hayvanın üzerine bir ok fırlatmış.

Küçük kardeş ağacın içine bakmış ve gerçekten de kalın bir dalın üzerinde gizlenmiş vahşi görünümlü bir hayvan görmüş.

Hayvana baktığı sırada, büyük ağabeyinin fırlatmış olduğu ok canavarın kuyruğuna saplanmış. Dev yaratık sağır edici bir çığlık atmış ve bir alttaki dalın üzerine atlamış.

Vahşi hayvan üç kardeşe sert sert bakmış ve çenesini açıp büyük dişlerini göstermiş. Aynı zamanda, yüzlerce mil uzaktan duyulabilecek bir çığlık atmış. İki ağabey de oklarını tüketmiş, bunun üzerine küçük kardeşlerine dönerek, ondan tirkeşini isteyip, içindeki okları teker teker hayvanın üzerine boşaltmışlar.

Bazen oklardan biri bir dala çarpıyor veya canavarın kalın derisinin üzerinde sekiyormuş. Bu arada hayvan homurdanıyormuş ve her seferinde üç kardeşe gitgide daha fazla yaklaşarak, bir alttaki dala atlıyormuş.

Sonunda, tek bir ok kalmış ve yaratık hâlâ canlıymış. O zaman küçük kardeş şunu söylemiş: “Bırakın ben deneyeyim. Belki başarırım”. Son oku almış ve yavaşça alnının hizasına kadar germiş. Çok büyük bir dikkatle hedefe kilitlenmiş ve oku bırakmış. Ok yükselmiş, yükselmiş ve boğuk bir gürültüyle canavarın kalın derisini delip kalbine girmiş!

Dav hayvan, sağır edici bir şekilde gürlemiş, havada ayaklarını çırpmış, dengesini kaybedip yere çakılmış. Ağacın ağır dallarını, sanki örümcek ağıymış gibi, kırarak yuvarlanmış. Oğlanların tam üzerlerine düşmüş... oğlanlar kenara atlayıp üç ot sapının arkasına saklanmış. Canavar boğuk bir gürültüyle sırtüstü düşmüş ve yere çarptığında toprağı titretmiş. Kardeşler çabucak otların saplarının yanından ayrılmış ve dev canavarı incelemek için korku içinde koşuşturmuş.

Daha önce hiç bu kadar iri bir hayvan görmemişler. “Bu günlerce et sağlar” demiş küçük kardeş.

“Bu dev deriyi taşımak için üç kişiden fazla olmayacağız” diye eklemiş büyük ağabey. “Gerçekten büyük avcılarız” demiş üçüncüsü.

Canavarı ayaklarından tutup onu yan yatırmaya çalışmışlar. Çekmişler, çekmişler ve var güçleriyle sonunda dev hayvanı çevirmeyi başarmışlar.

Ne olduğunu zannetmiştiniz?

Bu bir fareymiş.

Büyük Dişi Ayı ( Iroquois Efsaneleri )

Büyük Dişi Ayı

Yaşlı Iroquoislar’ın uzun kış aylarında çocuklara anlattıkları bir öyküdür bu.

Bundan birçok kış öncesinde,

Ahşap evlerini Oswego Nehri boyunca sıralamış olan bir Mohawk Köyü vardı.

Bir gün, köyün avcıları bir Dev Ayının ayak izlerine rastladı.

O andan itibaren, bu izleri sık sık gördüler. İzler bazen Mohawk köyünün etrafını bile çevreliyordu.

Hayvanlar ormanlardan yok olmaya başlayınca, Mohawklar, Dev Ayı’nın onları öldürüp götürdüğünü anladı.

Yiyecek azalıyordu ve Mohawklar arasında kıtlık başladı. Etlerin koyulduğu yerler boştu; Halk açtı; açlık tehlikesi vardı.

O zaman şeflerden bir tanesi konuştu: “Bütün kötülüklerimizin nedeni olan Dev Ayı’yı öldürmeliyiz”.

Hemen, bir avcı topluluğu Ayı’yı aramaya koyuldu. Kısa süre sonra ayak izleri karda görüldü ve günlerce iz takip edildi.

Sonunda avcılar koca hayvanla karşılaştı.

Anında hava oklarla doldu.

Mohawklar şaşkınlık ve üzüntü içindeydi, oklar Ayı’nın derisini delmeyi başaramıyordu. Okların çoğu Ayı’nın sert derisi üzerinde kırılıyordu.

Nihayet kızgın Ayı, döndü ve saldırdı. Avcılar kaçtı... ama çok çabuk yakalandılar ve çoğu öldürüldü.

İki avcı, yalnızca iki tanesi kurtuldu. Köye dönüp üzüntülü hikayeyi anlattılar.

Konsey huzurunda Büyük Ayı’dan söz ettiler.

Bu avlanma sırasında neler olduğunu anlattılar.

Birbiri ardından, Büyük Ayı’yı yenmek için topluluklar oluşturdular; ama her seferinde başarısızlığa uğruyorlardı. Ona karşı çok sayıda savaş gerçekleşti.

Ve çok sayıda savaşçı öldü.

Zaman geçiyordu ve gitgide daha fazla geyik ormandan yok oluyordu. Etin pişirildiği yerler bomboştu.

Yiyecek olmaması insanları güçsüzleştiriyordu ve birçoğu hastalanıyordu.

İnsanlar korku içindeydi ve akşam olduğunda, aç bedenlerini ateşin etrafına sürüklüyorlardı.

Her gece, her zaman ayak izlerinin köylerini çevrelediği Büyük Ayı’dan korkuyorlardı.

Ormanın derinliklerinden gelen o güçlü gürlemeyi duydukları için köylerinden ayrılmaya korkuyorlardı.

Bir gece, üç kardeşin her biri ilginç birer rüya gördü. Üç gece üst üste aynı düşü gördüler.

Büyük Ayı’ya saldırıp onu öldürdüklerini düşlediler!

Kendi kendilerine şöyle dediler: “Rüya gerçeği söylemeli!”

Böylece, yanlarına silahlarını ve çok az erzak alarak, Ayı’yı aramak için yola koyuldular. Kısa süre sonra, iri hayvanın izini buldular. Çok çabuk bir şekilde, oklarını hazır tutarak hayvanın izini sürdüler.

Aylar boyunca, bütün Yeryüzünde Ayı’nın izini sürdüler.

İzler onları Yeryüzünün uç noktasına kadar götürdü. O zaman iri hayvanın Yeryüzünden göklere doğru zıpladığını gördüler. Kısa süre içinde üç savaşçı Ayı’nın sıçradığı noktaya ulaştı ve,

Hiç tereddüt etmeksizin, üçü de Gökyüzünde Ayı’yı izledi. Onları, her zaman uzun kış gecelerinde Ayı’yı göklerde avlarken görebilirsiniz.

Yıl sonu geldiğinde, Ayı kış uykusuna yatmak üzereyken, üç savaşçı oklarını geçirmek için yeterince yaklaşıyor.

Okların açtığı yaralardan akan kan sonbahar yapraklarını kızıllaştırıyor ve sarartıyor. Ancak,

Daima avcılardan kaçmayı başarıyor. Yaralandıktan sonra, bir süre görünmez oluyor ve daha sonra yeniden ortaya çıkıyor.

Iroquoislar Gökyüzündeki Büyük Ayı’yı görünce şöyle der: “Üç savaşçımıza bakın, hâlâ vaçgeçmediler!”

Sivrisinekler ( Iroquois Efsaneleri )

Sivrisinekler

Eski Iroquoislar geleneksel olarak çocuklarına bu hikayeyi anlatırmış:

Bundan birçok kış öncesinde (geriye doğru ok),

İki devasa sivrisinek, nehrin çeşitli yerlerinde ortaya çıkmış.

Bu dev yaratıklar uzun bir çam ağacı kadar yüksekmiş.

Kızılderililer kanolarında kürek çekerek nehri inerken, bu dev yaratıklar başlarını eğip kocaman hortumlarıyla saldırmışlar.

Sivrisinekler, çok insan öldürmüş.

Bu sivrisineklerin saldırmak amacıyla nehre inen bütün kanoları beklediklerini anlayınca, insanlar bu akarsudan geçmemeye gayret etmişler.

O zaman bu dev yaratıklar başka avlar bulmak için diğer akıntılara doğru yönelmiş.

Seyahat etmek için kanolarını çok kullanan Iroquoislar arasında bir süre korku yaşanmış. Bu dev sivrisineklerin ne zaman üzerlerine gelip onları parçalayıp yiyeceklerini bilmiyorlarmış.

Sonunda bir gün, bu yaratıkları bulup yok etmek için savaş topluluğu oluşturulmuş.

İki büyük kano içinde yirmi savaşçı, aşağısında sivrisinekleri bulmayı düşündükleri nehre inmiş.

Hazır bir şekilde ellerinde oklarını ve yaylarını tutuyorlarmış.

Kemerlerine savaş topuzlarını ve av bıçaklarını takmışlar.

Aniden, iki gölge üzerlerinde belirmiş ve dev bir hortum kanolardan birini delip geçmiş.

Savaşçılar, savaş çığlıkları atarak gökyüzünü

Sayısız okla doldurmuş.

Savaş korkunç olmuş!

Dev sivrisinekler, sanki aynı anda her yerdeymişler.

Çok kısa bir süre içinde, savaşçıların yarısı saf dışı kalmış.

Ama yiğitçe ayakta kalanlar, cesur bir şekilde ölmeye kararlıymış.

Ölüm şarkılarını söyleyerek, dev yaratıklara ana karada saldırmışlar.

Ağaçların ve çalılıkların arasına saklanmışlar,

Ve kalın yapraklardan dolayı kendilerini yakalayamayan sivrisineklerin etrafını kuşatmışlar.

Iroquoislar, iki sivrisineği oklarıyla delik deşik etmiş.
Nihayet okların çoğu fırlatılmış ve çok az kaldığında, iki sivrisinek yere düşmüş. Yara içindeymişler.

Savaşçılar, hemen savaş topuzlarıyla üzerlerine atlayıp ve sert darbelerle onları parçalamışlar.

O zaman iki dev sivrisineğin bedeninden bir sürü küçük sivrisinek çıkmış ve kısa sürede hava onlarla dolmuş. Ataları gibi bu küçük sivrisinekler de insan kanını çok seviyormuş. Atalarını öldürdükleri için insanlardan nefret ediyorlarmış ve bundan dolayı sürekli olarak intikam almaya çalışıyorlarmış. Sivrisinekler bu şekilde ortaya çıkmış. İnsanlar ile sivrisinekler arasındaki savaş, New York Eyaleti’ndeki Seneca Nehri’nde meydana gelmiş.

Tütün ( Iroquois Efsaneleri )

Tütün ( Iroquois Efsaneleri )

Bundan çok sayıda kış öncesinde (geriye doğru ok)

Bir Iroquois Kılanı, Uzun Ev halkı,

Kasabasını, Ohio Nehri’nin kenarına kurmuş.

Bir gün,

İnsanlar günlük işleriyle uğraşırken,

Nehir tarafından gelen garip bir ses duyulmuş...

İnsanlar, işlerini bırakıp sesin nereden geldiğini anlamak için, kıyıya koşmuş.

Ayakta durup, birbirlerine bakarak gizemli sesi dinliyorlarmış... bu ses, bazen değişik bir hayvanın gürlemesi gibi yankılanırken bazen de bir şarkıyı andırıyormuş.

İnsanların ayakta bu yabancı müziği dinledikleri sırada, nehirden yükselen yüksek bir ses duyulmuş.

Sesin geldiği yöne yaktıklarında, içinde değişik yaratıkların bulunduğu büyük bir kanonun kendilerine doğru geldiğini görmüşler... Bu insanlar kanonun ortasına yerleştirilmiş büyük bir davula vuruyor, değişik bir şarkı söylüyormuş.

Özel kıyafetlerine bakıldığında şarkıcıların “hekim-adam” oldukları anlaşılıyormuş.

Kano köye doğru yönelirken,

Kanodan yükselen güçlü bir ses duyulmuş.

Bu ses köylülere evlerine girip orada kalmaları için emir vermiş. Eğer itaat etmezlerse, başlarına kötü şeylerin gelebileceğini söylemiş...

İnsanlar çok korkmuş ve içlerinden çoğu evlerine koşmuş.

Ancak bazıları bu garip insanların kendilerini korkutmalarına izin vermemiş. Yaklaşan kanoyu gözleyerek kıyıda ayakta duruyorlarmış.

Kano yanlarına geldiğinde kıyıda duran adamlar düşüp ölmüş.

İlginç şarkılarıyla,kano akıntıyı izlemeye devam etmiş ve nehrin kıvrımlarında kaybolmuş.

Bir sonraki gün,

Kurbanlardan birinin babası bir savaş başlatmış.

Bu garip kanoyu arayarak, kanolarının küreklerini çekerek nehre inmiş. Ölen akrabalarının intikamını almaya kesin kararlılarmış.

Bir gün boyunca yolculuk ettikten sonra, kanoyu barınaklı (kuytu) bir koyda bulmuşlar. Kanonun her iki ucunda bu garip insanlardan birer tanesi derin uykuya dalmışlar.

Savaşçılar onları fark ettiğinde,

O ses yeniden kayıktan yayılmaya başlamış. Bu güçlü ses bu yabancı varlıklar yok edildikleri taktirde. Uzun Ev halkı üzerinde büyük bir mutluluğun hakim olacağını bildirmiş.

Ses konuşmasını bitirdiğinde, savaşçılar akıntıyı çevreleyen ormanlığa gizlenmiş.

Savaşçılardan bir tanesi nehre yaklaşmış. Eline bir taş alıp, çığlıkla uyanan yaratıklardan birisine fırlatmış. O zaman, yalnız savaşçı, garip insanlara dil çıkartmış.

Korkmuş gibi görünerek, koşarak onlardan uzaklaşmış.

Bunu görünce, yaratıklar kanolarını kıyıya çekip, kaçan adamı kovalamaya başlamış.

Savaşçı onları ağaçtan yapılmış bir eve kadar götürmüş ve onları araya çektikten sonra savaş çığlığını atmış. Elinde savaş topuzuyla bu iki takipçinin karşısına geçmiş.

Arkadaşlarının savaş çığlığını duyunca diğer savaşçılar hemen yardıma gelmiş. İki yaratığı çevrelemişler.

Birkaç saniye içinde her ikisi de öldürülmüş.

Savaşçılar kuru dal toplayıp, bir yığın oluşturup, üzerine iki ölü yaratığı yerleştirip dalları ateşe vermiş. Her iki beden kısa sürede küle dönüşmüş.

Bedenlerin küllerinden değişik bir bitki ortaya çıkmış, bu tütünmüş.

O zaman Yeryüzünden yayılan garip ses duyulmuş. Savaşçılara bu bitkiyi nasıl hazırlayacaklarını ve nasıl kullanacaklarını öğretiyormuş. Bu Uzun Ev Halkı’na verilmiş büyük bir armağanmış.